İmamet ve hilâfet.....

Hz. Resul-i Ekrem (s.a.v.) İslam dinini tebliğ edip bir Medine-i fazıl kurma noktasında 23 yıl zahmet çekip çaba harcadıktan sonra, Hicret’in on birinci yılının başlarında dünyadan göçtü.

<İmamet ve hilâfet.....

Hz. Resul-i Ekrem (s.a.v.) İslam dinini tebliğ edip bir Medine-i fazıl kurma noktasında 23 yıl zahmet çekip çaba harcadıktan sonra, Hicret'in on birinci yılının başlarında dünyadan göçtü.

O Hazretin vefatıyla, her ne kadar vahiy ve nübüvvet son bulup, artık hiçbir peygamber ve yeni bir din gelmeyecektiyse de, Hz. Resulullah'ın (s.a.v.) yüklendiği vazifeler (vahyi iblâğ sorumluluğu dışında) kesinlikle son bulmamıştı.

Sonuçta, Resul-i Ekrem'in (s.a.v.) vefatından sonra, bilgili ve takvalı bir kişinin, O Hazretin halifesi ve Müslümanların imam ve önderi olarak her zaman bu vazifeleri yapmayı üstlenmesi gerekiyordu.

Her ne kadar Resulullah'ın (s.a.v.) halifesinin bazı sıfatları ve onun nasıl tayin edileceği konusunda Ehl-i Beyt Ekolü'yle Ehl-i Sünnet arasında görüş farklılığı varsa da, bu konu bütün Müslümanlar tarafından kabul edilmektedir.

İlerideki ilkelerde ispatlayacağımız üzere, imamet konusu İlahî ve semâvî bir konudur ve Hz. Resulullah'ın (s.a.v.) halifesi, bizzat O Hazrete gelen İlahî vahiy kanalıyla tayin edilmelidir.

Ancak, bu konunun naklî ve şer'i delillerine değinmeden önce, bu hususta hiçbir şer'i nassın olmadığını kabul edip, o zamanın şartlarını göz önünde bulundurarak aklın neler gerektirdiğine bakalım.

Eğer bir ıslah edici, uzun yıllar boyu nice zahmetlerle bir planı uygular da insanlık için yeni bir metod sergilerse, akıl bu plan ve yeni metodunun hayatının sürdürmesi ve hatta ilerlemesi ve yayılması için, doğal olarak bir çare düşünmesi gerektiğine apaçık bir şekilde hükmetmektedir.

Nitekim bir insanın nice zahmetlerle bir bina yaptıktan sonra, onu gelecek tehlikelerden korumak için hiçbir önlem almaması, ona bakmak ve korumak için kimseyi tayin etmemesi düşünülemez.

Hz. Resul-i Ekrem (s.a.v.), getirdiği şeriatıyla insanlığın hayatında derin bir değişimin zeminini hazırlayan ve tamamen yeni bir medeniyetin temelini atan, insanlık tarihinin en büyük şahsiyetidir.

İnsanlığa ebedî bir din sunan ve kendi asrında insanlığa önderlik yapan O Hazret bu dini, gelecekte karşılaşması muhtemel tehlike ve afetlerden korumak ve yine ebedî ümmeti hidayet etmek ve yönetmek için kesinlikle bir çare düşünmüş ve kendisinden sonra yönetimin niteliğini açıklamıştır.

Çünkü O Hazretin ebedî bir şeriat getirmesine rağmen, kendisinden sonra onun ayakta kalmasını sağlayacak olan rehberlik konusunda bir plan sunmuş olmaması hiçbir şekilde düşünülemez.

İnsanoğlunun saadeti için en küçük meseleyi açıklamayı ihmal etmeyen bir peygamberin, insanlığın kaderini belirleyecek en önemli konuların başında gelen İslam toplumunun önderliği ve onun niteliği konusunda hiçbir şey söylememiş ve hiçbir kılavuzlukta bulunmamış ve gerçekte İslam toplumunu başı boş bırakmış olması nasıl düşünülebilir?

Dolayısıyla, Hz. Resulullah'ın (s.a.v.) kendisinden sonra hilâfet konusunda hiçbir şey söylemeden dünyadan göçtüğü iddiası kabul edilemez.

Sadr-ı İslam tarihine müracaat ederek, Hz. Resul-i Ekrem'in (s.a.v.) vefatı döneminde bölge ve dünyanın içinde bulunduğu şartları göz önünde bulundurduğumuzda, imamet makamının nassla atanmasının gerekliliği anlaşılacaktır.

Çünkü O Hazret dünyadan göçtüğünde, İslam dinini bir tehlike üçgeni tehdit etmekteydi. Bu tehlike üçgeninin bir ucunu Rum (Bizans) İmparatorluğu, ikinci ucunu İran Sasani İmparatorluğu ve üçüncü ucunu ise içteki münafıklar oluşturmaktaydı.

Birinci tehlike konusunda şunu söyleyelim ki, Hz. Resulûllah (s.a.v.), hayatının son anlarına kadar bu tehlikeyi unutmamış, işte bu nedenle O, son günleri ve hatta son saatlerinde Rumlarla savaşmak için Üsâme b. Zeyd'in komutasında büyük bir ordu seferber etmiş ve ondan ayrılanları lanetlemiştir.

İkinci tehlike ise, Hz. Resulûllah'ın (s.a.v.) mektubunu yırtarak Yemen Valisine O Hazreti tutuklamasını veya başını bedeninden ayırıp kendisine göndermesini emreden kötü düşünceli düşmandı.

Ve nihayet üçüncü tehlike de, sürekli Medine'de veya Medine dışında Hz. Resul-i Ekrem'i (s.a.v.) rahatsız eden ve çeşitli komplolarla O Hazretin kalbini incitenlerdi.

Kur'an-ı Kerim'in çeşitli sürelerinde münafıkların indirdikleri darbelerden bahsedilmiş ve hatta Kur'an-ı Kerim'in bir süresi onların adına nazil olarak onların kötü düşünce ve amelleri ortaya serilmiştir.

Şimdi şöyle bir soruyla karşılaşıyoruz: Acaba düşmanların her taraftan pusuda yattığı böyle bir tehlike üçgeni karşısında, Hz. Resul-i Ekrem'in (s.a.v.), İslam ümmeti ve İslam dinini rehbersiz, lidersiz ve başıboş bırakmış olması düşünülebilir mi?

Şüphesiz Resulullah (s.a.v.), Arap halkının kabile hayatı yaşadığını ve kabile fertleri arasında, kabile reislerine karşı duyulan taassubun onların canlarıyla yoğrulduğunu, dolayısıyla, lider tayinini böyle bir halka bırakmanın gruplaşmalara ve kabile kavgalarına neden olacağını ve düşmanın da bu ihtilaftan kendi lehine yaralanacağını biliyordu. İşte bu gerçeği göz önünde bulunduran Şeyh Ebû Ali Sinâ diyor ki:

"Halifeyi Peygamber'in nassıyla tayin etmek gerçeğe daha yakındır; çünkü O Hazretin kendisinden sonra halifeyi tayin etmesiyle, her türlü kavga ve ihtilafın kökü kurutulmuş olur." 

Şimdi, hikmet ve Hz. Resul-i Ekrem'in (s.a.v.) İlahî bilincinin, kendisinden sonra İslam ümmetinin imamet ve rehberliği konusunda gerekli girişimlerde bulunmasını gerektirdiği anlaşıldıktan sonra, O Hazretin bu konuda hangi girişimlerde bulunduğuna bakalım.

Bu hususta iki görüş vardır. Şimdi bu görüşleri ele alıp inceleyelim:

1- Hz. Resulullah (s.a.v.), Allah Teâlâ'nın emriyle, İslam ümmetinin rehberlik ve imamet makamına layık olan kişiyi seçerek onu kendisinin halifesi olarak halka tanıttı.

2- Hz. Resul-i Ekrem (s.a.v.), önder seçimini halka bıraktı ve vefatından sonra kendilerine bir önder seçmelerini dileyerek bunu halka açıkladı.

Kitab, Sünnet, Hz. Resulullah'ın (s.a.v.) sîreti ve İslam tarihi bu iki görüşten hangisini onaylıyor acaba?

Hz. Resul-i Ekrem'in (s.a.v.) hayatına dikkat edildiğinde, -getirdiği dini yakın akrabalarına ve sonra da bütün insanlara ilan etmekle görevlendirildiği ilk günden itibaren ölüm anına kadar- O Hazretin kendisinden sonraki halifenin özelliklerine defalarca işaret ettiğini ve önderlik konusunda "halkın seçimi"ni değil, "atama" metodunu seçtiği kesinlik kazanmaktadır. Bu konu aşağıdaki delillerle ispatlanmaktadır:

Bu konudaki en büyük delil Peygamberimizin Hz. Ali'yi kendinden sonraki halife olarak açıkça ilan ettiği Gadr-i Hum olayıdır.

Bilindiği gibi, Resulullah, Veda Haccı dönüşünde Gadr-i Hum denilen mevkide, kafileyi durdurmak suretiyle Hz. Ali'yi mü'minlerin mevlası ve kendisinden sonraki halife olarak ilan etmiştir. Bu konuyla ilgili olarak "İmam Ali" adlı eserimizde ayrıntılı bilgi mevcuttur.

İmam Câfer "Gadir hadisi" hakkında şöyle buyurur:

"Ali, Gadr-i Hum günü Resulûllah'ın yüce Allah'ın direktifiyle velayet niteliğiyle çağırıp imametini vurguladığı ve, "Ben sizin hakkınızda kendi nefislerinizden daha yetkili değil miyim?" buyurduğu, orada bulunanların da, "Evet, bize kendi nefislerimizden daha yetkilisin" diye karşılık verdikleri, bunun üzerine, "Şu halde, Ben kimin velisi isem, Ali de onun velisidir. Allah'ım! O'nu dost edinenlerin dostu ol, O'na düşman olanların düşmanı ol, O'na yardım edenlere yardım et, O'nu terk edenleri terk et, O'na destek olanlara destek ol" buyurduğu kimsedir." 

"Allah'ın rengiyle boyandık. Allah'tan daha güzel rengi kim verebilir? Biz ancak O'na kulluk ederiz (deyin)"   ayetinin tefsirinde İmam Câfer, ayette geçen, "renk"ten maksadın İslam olduğunu belirtmiştir. 

Bir başka yerde de bu renkten maksadın mü'minlerin velayetle (yani İmam Ali'nin gerçek velayetiyle) misakta boyanması olduğunu buyurmuştur. 

Mufaddal, İmam Câfer-i Sadık'tan (a.s.) şöyle nakletmiştir: "Gadr-i Hum günü oruç tutmak, altmış yılın kefaretidir!" (Prof. Dr. Haydar Baş İmam Cafer eserinden)