ÂLEMLERİ SEYR VE VUSLATIN BASAMAĞI- I…..

  Âlemlerin Efendisini bağrına basması gereken Mekke toplumu, kendilerine takdim edilen İlahî lutfun henüz farkına varamamış­tı.

<ÂLEMLERİ SEYR VE VUSLATIN BASAMAĞI- I…..

  İçlerinden bir insanın seçilmiş ve sevilmiş olabileceğini akılları almıyordu. O’nun faziletini inkâr da edemiyorlardı, ama nefisleri kabule de yanaşmıyordu. Gün geçtikçe insanların gönlüne taht ku­ran muhabbeti, kin, düşmanlık ve hased manevraları ile yok edil­meye çalışılıyordu. Eziyetlerin, boykotların ardı arkası kesilmiyor; mü’minleri davalarından döndürmek için her türlü yola başvurulu­yordu. Boş yere çırpınışlardı bunlar; zira, Allah, O Peygamberi ve çevresindeki insanları seçmiş, kıyamete dek sürecek mukaddes bir davanın, İslam’ın sarsılmaz temel taşı olmalarını dilemiş ve sahip­lenmişti. Gözleri perdeli cahiliye insanı bunu farkedememişti.

Yeni günler, ağır ıstıraplar getirmiş, mü’minler çile kazanında pişmeye devam etmişti ve Allah Resulü, Taif halkına gitmiş, İs­lam’ı anlatmış, fakat taşlanmıştı.

Taif halkı, kendilerine Rablerinden bahseden, Güzeller Güzelin­den haberler getiren bu Kutlu Elçiyi kan revan içinde bırakmıştı. Ancak meşakkatler, Allah Elçisi’nin sevdasını daha da artırmıştı. Nitekim, Taif dönüşü esnasında; “İlahi! Kuvvetimin zaafa uğrama­sını, çaresiz kalışımı, halk nazarında hor görülüşümü sadece Sana arz eder, ancak Sana şikayet ederim. İlahi! Gazabına uğramayayım da çektiğim mihnetlere, belalara aldırmam...” diyerek hâlini Rab­bine arzetmişti.

    Ebu Tâlib ve Hz. Hatice’nin (r.a.) vefatlarını fırsat bilen müşrikler, zulümlerini kat-be-kat artırmışlardı.

Böylesi bir ıstırap yaşanmış değildi! Hz. Allah, bu çilelerin ardı­na kâinatın en büyük ikramını gizlemişti. Kulunu katına çağıracak, O’na en yüce ayetlerini gösterecek, O’nu da en ulvi bir ayeti ola­rak âlemlere takdim edecekti. Bu İlahî ihsan, kutsal çilelerin ardına konmuştu.

     Peygamberliğinin on ikinci yılı... Allah, Âlemlere Rahmet ola­rak gönderdiği Fahr-i Kâinat Efendimizi (s.a.v.) eşşiz bir ikrama davet eder. Bu ihsan, İslam tarihi boyunca İsra ve Mi’rac olarak bilinir.

‘İsra’, gece yürümek, gece yolculuğu yapmak anlamına gelir. Mi’rac ise, yükseğe çıkış aracı demektir.

Peygamberimiz (s.a.v.), bir gece Mescid-i Haram’dan alına­rak Mescid-i Aksâ’ya kadar götürülüp, oradan göklere çıkarılmış, İlahî ayetler kendisine gösterildikten sonra alındığı yere, yatağı­nın bile sıcaklığının soğumadığı bir müddet içerisinde, tekrar geri getirilmiştir. Özel olarak Resulûllah’ın Mescid-i Haram’dan Mes­cid-i Aksâ’ya olan yolculuğuna İsra, oradan Sema’ya urûc edişine Mi’rac adı verilir.

Efendimizin, uyanık ve beden-ruh beraberliği ile gerçekleşen Mi’rac mucizesini, bize bu çerçevede ulaştıran Ashab-ı Kiram’ın büyüklerini ve onların ardından gelen İslam âlimlerini zikretmek yerinde olur: Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mesud, Ebu Said el-Hudri, Enes b. Mâlik, Câbir b. Abdillah, Huzeyfe b. Yeman, Ebu Hureyre, Mâ­lik b. Sa’saa, Said b. Müseyyeb, Katade, Dahhak, Said b. Cübeyr, İbn Şihab ez-Zührî, Hasan Basrî, Mesruk, Mücahid, İkrime...

Kur’an-ı Kerim’de bu mucize şöyle anlatılır: “Mümtaz kulunu, ayetlerimizden bazısını kendisine gösterelim diye bir gece Mescid-i Haram’dan alıp, çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksâ’ya kadar götüren Allah, her türlü noksanlıklardan münezzehtir, eksik­liklerden uzaktır. Herşeyi işiten ve gören O’dur.” (İsrâ, 1)

    

Prof.Dr. Haydar BAŞ   Rahmeten li’l-Alemin cilt 1 Kitabı sayfa : 291 /298

Yazıyı hazırlayan: Gökhan Demir

Devam edecek