İmam Cafer: ‘Şefaati inkâr eden bizden değildir’

Kur’an-ı Kerim ayetleri, kıyamet gününde “şefaat” olgusunun varlığını kabul ederek şefaatin Allah Teâlâ’nın izin ve rızasına bağlı olduğunu vurgular

<İmam Cafer: ‘Şefaati inkâr eden bizden değildir’

a- Kur'an-ı Kerim'de Şefaat:

Kur'an-ı Kerim ayetleri, kıyamet gününde "şefaat" olgusunun varlığını kabul ederek şefaatin Allah Teâlâ'nın izin ve rızasına bağlı olduğunu vurgular:

"(Allah'ın) razı olduğundan başkasına şefaat edemezler." 

Başka bir ayette ise buyuruyor ki: "O'nun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez." 

Dolayısıyla, şefaat inancı (tabii ki Allah'ın izniyle) Kur'an-ı Kerim açısından kesin bir şeydir.

Şimdi kimlerin şefaat edeceklerine bir bakalım: Bazı ayetlerden meleklerin de şefaatçilerden oldukları anlaşılmaktadır.

"Göklerde nice melekler var ki, onların şefaati hiçbir işe yaramaz. Meğer Allah'ın (kurtuluşa ermesini) dilediği ve razı olduğu kimseye izin verildikten sonra olsun (Ancak o zaman şefaatin faydası olur)."

Müfessirler, "Belki böylece Rabbin seni, övülmüş bir makama ulaştırır"   ayetinin tefsirinde, övülmüş makamdan maksadın, Hz. Resulûllah (s.a.v.) için şefaat makamı olduğunu söylemişlerdir. 

b- Hadislerde Şefaat:

Kur'an-ı Kerim dışında hadis kitaplarında da şefaat hakkında Hz. Resul-i Ekrem'den (s.a.v.) birçok hadisler rivayet edilmiştir. Onlardan bazıları şöyledir:

1- Hz. Resul-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyuruyor: "Şefaatim ancak ümmetimden büyük günahlar işleyenlere ulaşacaktır." 

Zahiren, şefaatin büyük günahlar işleyenlere has kılınmasının nedeni, Allah Teâlâ'nın Kur'an-ı Kerim'de açıkça, "İnsanlar büyük günahlardan sakınacak olurlarsa, onları affedeceğim"   diye vaad etmesinden dolayı, artık şefaat ve benzerlerine gerek kalmayışıdır.

2- Yine buyuruyor ki: "Allah Teâlâ tarafından Bana beş şey verildi -ve bu cümleden- Bana şefaat verildi de, Ben onu ümmetim için saklıyorum. Benim şefaatim Allah'a şirk koşmayanlar hakkında olacaktır." 

Tefsiru'l Ayyaşî'de, Ubeyd b. Zurare'nin şöyle dediği rivayet edilir:

"İmam Câfer-i Sâdık'a, "Mü'min için şefaat var mı?" diye soruldu.

İmam, 'Evet' dedi. Bunun üzerine topluluk içinden bir adam İmam'a, "O gün mü'min kimsenin, Hz. Muhammed'in (s.a.v.) şefaatine ihtiyacı var mıdır?" diye sordu.

İmam yine, "Evet" dedi. Ve devam etti: "Mü'minlerin de birtakım hataları ve günahları olur. O gün Hz. Muhammed'in (s.a.v.) şefaatine muhtaç olmayan hiç kimse yoktur."

Sonra bir adam Resulullah'ın (s.a.v.), "Ben, Ademoğullarının efendisiyim. Ama kibirlenecek bir durum yoktur" şeklindeki sözlerinin ne anlama geldiğini sordu.

İmam, "Evet, Resulullah cennetin kapısının halkasını tutarak açar, ardından secdeye kapanır.

Yüce Allah O'na, "Kaldır başını şefaat et, şefaatin kabul edilsin. İste istediğin verilsin" der.

Bunun üzerine Peygamberimiz başını kaldırır, şefaat eder, şefaati kabul edilir. İstekte bulunur. İstediği şey kendisine verilir" dedi." 

Mahşerde Hz. Resul-i Ekrem (s.a.v.) dışında (Ehl-i Beyt İmamları, ulema ve şehitler gibi) kimselerin şefaat edecekleri ve yine kimlere şefaat edileceği hakkında bilgi edinmek isteyenler akaid, kelâm ve hadis kitaplarına bakabilirler.

Ayrıca, dikkat edilmesi gerekir ki, şefaat inancı -ve yine tevbenin kabul oluşu- kişilerin günahlarını sürdürmelerine neden olmamalı; aksine bir ümit kaynağı olmalı ve insanlar affedilmek ümidiyle doğru yola dönmeli ve artık iş işten geçtiğini sanarak hiçbir zaman doğru yola dönmeyi düşünmeyen ümitsizliğe kapılanlar gibi olmamalıdır.

Yukarıdaki açıklamalarımızdan yine şu anlaşılıyor ki, şefaatin açık etkisi, bazı günahların bağışlanmasıdır; dolayısıyla, bazı İslam fırkalarının dediği gibi, onun etkisi, sadece haklarında şefaat edilenlerin makamlarının yükselmesiyle sınırlı değildir. 

Dediğimiz gibi, "ahirette Allah'ın izni dairesinde şefaat ilkesi"ne inanç, kesin İslam akaidindendir ve hiç kimsenin onu zedelemeye hakkı yoktur.

Şimdi bakalım, acaba bu dünyada da, Hz. Resul-i Ekrem (s.a.v.) gibi şefaatçilerden şefaat istenilebilir mi; başka bir tabirle, acaba insanın, "Ya Resulullah! Allah Teâlâ'nın huzurunda benim hakkımda şefaatçi ol (Ey Allah'ın nezdinde saygın olan! Allah'ın nezdinde bana şefaatçi ol)" demesi doğru mudur?

Bu konunun meşruiyetinde, sekizinci asra kadar bütün Müslümanlar tarafından ittifak edilmekteydi ve sadece sekizinci asrın ikinci yarısından bu yana bazı kişiler buna muhalefet ederek bunu câiz görmediler.

Oysa Kur'an-ı Kerim ayetleri, muteber nebevî hadisler ve Müslümanların süregelen sireti bunun câiz olduğuna tanıklık etmektedir. Çünkü şefaatçilerin şefaati, gerçekte, onların kişiler hakkında dualarıdır ve mü'min bir kişiden bile dua talebinde bulunmak kesinlikle câiz ve iyi bir iştir.

İbn Abbâs'ın Hz. Resul-i Ekrem'den (a.s.) naklettiği hadisten, mü'minlerin şefaatinin, onun diğerleri hakkındaki duası olduğu apaçık bir şekilde anlaşılıyor: "Bir Müslüman ölür de kırk muvahhid mü'min ona cenaze namazı kılarsa, Allah Teâlâ, onun hakkında onların şefaatini kabul eder." 

Çünkü cenaze namazı kılarken kırk mü'min şefaati, onun hakkında duadan başka bir şey değildir.

Tirmizî, Enes b. Mâlik'ten şöyle nakleder:

"Resulullah'tan (s.a.v.) kıyamet gününde benim hakkımda şefaat etmesini istedim. O Hazret, "Böyle yapacağım" buyurdu. Bunun üzerine, "Seni nerede bulayım?" diye sordum. Hazret, "Sırat köprüsünün kenarında" cevabını verdi."
 
Şefaat dilemenin gerçekte, şefaatçi olacak kişiden dua talebinde bulunmaktan başka bir şey olmadığını dikkate alarak, bunun örneklerinin peygamberlerin döneminde vuku bulmuş olduğunu Kur'an-ı Kerim'den anlamak mümkündür:

1- Yâkuboğulları, zulümleri ortaya çıktıktan sonra babalarından, Allah Teâlâ'dan kendileri hakkında bağışlanma talebinden bulunmasını istediler. Hz. Yâkub da onların isteğini kabul ederek belirlenen zamanda vaadini yerine getirdi.

"(Oğulları:) Ey babamız, bizim günahlarımızın bağışlanmasını dile. Gerçekten biz günah işledik, dediler. (Yâkub) sizin için Rabbime istiğfar edeceğim, dedi."

2- Kur'an-ı Kerim buyuruyor ki: Kendi haklarında zulmeden Müslümanlar, Hz. Resulullah'ın (s.a.v.) yanına gelerek ondan, kendileri için Allah'tan bağışlanma dilemesini istedikten sonra, kendileri bağışlanma diler ve Peygamber de onlar hakkında Allah'tan bağışlanma isterse, Allah Teâlâ tövbelerini kabul eder ve onları rahmetinin kapsamına alır.

"Eğer onlar, kendilerine zulmettikleri zaman Sana gelseler, Allah'tan günahlarını bağışlamasını isteseler ve elçi de onların bağışlanmasını dileseydi, elbette Allah'ı affedici, merhametli bulurlardı."

3- Yine münafıklar hakkında şöyle buyuruyor: Onlara, "Gelin de Peygamber'den sizin hakkınızda bağışlanma dilemesini isteyin" denildiğinde, itaat etmez ve başkaldırırlar.

"Onlara, gelin, Allah'ın Resulü sizin için mağfiret dilesin, dendiği zaman başlarını çevirirler ve onların, büyüklük taslayarak yüz çevirdiklerini görürsün."

Açıktır ki, mahiyeti bakımından şefaat talebiyle aynı şey olan Hz. Resulullah'tan (s.a.v.) bağışlanma dilemekten yüz çevirmek, nifak ve istikbarın nişanesi; doğal olarak bağışlanma dilemek de iman ve Allah'ın huzurunda teslimiyetin nişanesidir.

Maksadımız, şefaat talebinde bulunmanın câiz ve meşru oluşunu ispatlamak olduğu için, bu ayetlerde, şefaat edecek kişinin diri olmayışı amacımıza bir zarar vermez.

Hatta eğer bu ayetin ölüler hakkında değil, sadece diriler hakkında nâzil olduğu farz edilse bile, yine maksadımıza bir zarar vermez.

Çünkü eğer dirilerden şefaat talebinden bulunmak şirk değilse, doğal olarak ölüden şefaat talebinden bulunmak da şirk değildir.

Çünkü şefaatçinin yaşaması veya ölmüş olması, tevhid ve şirkin ölçüsü değildir. Kutsal ruhlardan şefaat talebinde bulunurken gerekli olan tek şey, onların duymasıdır. Biz tevessül konusunda, bu ilişkinin varlığını ve yararlı olduğunu ispatlayacağız.

Burada, mü'minlerin ve muvahhidlerin peygamberlerden ve Allah'ın velilerinden şefaat talebinde bulunmalarıyla, putperestlerin kendi putlarından şefaat ummaları arasında temel bir fark vardır. Çünkü muvahhidler, iki temel konudan kesin emin olarak şefaat talebinde bulunurlar:

1- Şefaat makamı, Allah'a has ve O'nun iradesinde olan bir makamdır. Nitekim şöyle buyuruluyor: "De ki: Bütün şefaat Allah'ındır."  "O'nun izni olmadan, O'nun yanında kim şefaat eder?!" 

Muaviye b. Ammar'dan, İmam Câfer'in şöyle dediği rivayet edilir: "Şefaatte bulunacak o kimseler bizleriz." 

2- Muvahhidlerin kendilerinden sığınma istedikleri şefaatçiler, Allah'a yakın olmalarından dolayı duaları kabul olan O'nun hâlis kullarıdır.

Bu iki şarta dikkat edildiğinde, şefaat konusunda muvahhidlerle, bi'set asrının müşrikleri arasındaki temek fark anlaşılacaktır.

Birincisi: Müşrikler, onların şefaatinin geçerli olması için hiçbir şart ve kaydı kabul etmiyorlardı. Sanki Allah Teâlâ kendi hakkını kör ve sağır putlara bırakmıştı!

Oysa muvahhidler, Kur'an-ı Kerim'in kılavuzluğuyla, şefaat makamını sürekli Allah'a has bilmekte ve şefaatçilerin şefaatinin kabul olmasını Allah'ın izin ve rızasına bağlı kabul etmektedirler.

İkincisi: Hz. Resulullah (s.a.v.) döneminin müşrikleri kendi elleriyle yapmış oldukları mabutları kendi rab ve ilahları sanarak, beyinsizliklerinden dolayı, bu cansız varlıkların, varlık âleminin yaratılış ve yönetiminde bir payı olduğunu sanmaktaydılar!

Oysa muvahhidler, peygamberler ve imamları Allah'ın seçkin kulları sayarak sürekli, "O'nun kulu ve elçisi" ve "Allah'ın sâlih kulları" sözünü dillerinden düşürmezler; gerçekten de bu ikisi arasında pek büyük fark vardır!

Dolayısıyla, müşriklerin putlardan şefaat dilemelerini reddeden ayetlere dayanarak, İslam dininde şefaat olduğunu reddetmek, tamamen temelsiz bir mugalâta ve yersiz bir kıyaslamadır." (Prof. Dr. Haydar Baş İmam Cafer eserinden)