Varlık sahnesine çıkmak bir seçilmişliktir. Hatta bir taş, bir ot, bir hayvan yahut başka bir canlı olarak değil de insan olarak dünyaya gelmek, daha özel bir seçilmişlik ve sevilmişliğin ifadesi sayılabilir. İnsan yahut başka bir varlık olmak noktasında yegâne irade sahibi Âlemlerin Rabbi olan Allah’tır. Bu açıdan yaratılmışların bir tercihi de sözkonusu değildir. Hiç kimse, insan olmayı arzuladığı ve istediği için insan olarak yeryüzüne gelmemiştir. Rabbi öyle seçmiş, öyle sevmiş ve yaratmıştır.
21-01-2022İnsanı seçen, seven ve yaratan Cenab-ı Allah, ona mutluluk yollarını açıklamıştır. Zira, insanı en iyi bilen ve tanıyan, onun Yaratıcısıdır. O, insan olmak nimetinin devamlılık kazanması, faziletlerle dolu mutlu bir hayatın yaşanması, bu seçilmişlikteki imtihan ve ardındaki hesap verme sırrına vâkıf olunması için peygamberlerini, elçi ve dostlarını birer hidayet rehberi olarak göndermiştir. İlk insan olan Hz. Âdem’i (a.s.), aynı zamanda ilk peygamber kılmıştır. Kendilerine hidayet rehberleri göndermediği hiçbir kavme de azap etmeyeceğini haber vermiştir. Allah elçilerinin ilki olan Hz. Âdem’den son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) kadar nice Hak elçileri gelip geçmiştir. Bütün bu elçilerin getirdiği mesajda, takdim ettiği dinde temel esasların aynı olduğu gözlenmektedir. Nitekim Peygamberimizin (s.a.v.) daveti, diğer elçilerin davetlerini tevhid, tamamlama ve kemâle erdirme esası üzerine kurulmuştur.
Her Allah elçisinin davasının iki temel esas üzerine bina edildiğini söylemek mümkündür. Bunlardan biri akide (inanç), diğeri ise teşri (insanın iç ve dış tabiatına yönelik birtakım düzenlemeler getirmek). İman esasları diyebileceğimiz akidenin temel prensipleri Hz. Âdem’den son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) kadar değişmemiştir. Esasen, kaynağını Allah’tan alan, aynı davanın temsil ve tebliğcileri olan hak peygamberlerin, inanç konusunda ayrılığa düşmeleri, temel esaslarda farklı ölçülerle gönderilmeleri düşünülemez.
Teşri konusunda, farklılıklar söz konusu olabilir. Bu düzenlemelerin temeli, kulların dünya ve ahiret saadetini sağlama esasına dayanır. Toplumların genel karakteri, zaafiyet ve faziletleri, kabiliyet ve teklifi kaldırabilme takatları hikmet-i İlahî gereği kendilerine gönderilen şeriatlerin sunduğu mükellefiyetlerde farklılıklar gündeme getirmiştir. Zira, ‘Allah, hiçbir kimseye kaldıramaycağı sorumluluğu yüklemez.’ O, mutlak adalet ve merhamet sahibidir. Böylece; milletlerin ve ümmetlerin farklılığı, uygulamaların çeşitliliğini doğurmuştur. Öyleyse; farklı İlahî dinler yoktur, farklı uygulamalar vardır.
Son Peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.v.) gelişiyle; insanlığa, ilk peygamberden o güne dek gelen bütün şeriatları kuşatan yegâne bir din takdim edilmiştir. Hz. İsa’nın, Hz. Musa’nın, Hz. İbrahim’in ve Hz. Âdem’in... Rabbi olan Allah, Hz. Muhammed’i en son ve en kâmil bir din ile göndermiştir. Esasen; Musa (a.s.) da İslam’ın peygamberidir, İsa (a.s.) da, İbrahim ve Adem (a.s.) da... Bunlardan herhangi birini inkâr, İslam’ı inkâr gibidir. Küfrün ta kendisidir. İslam’ı reddetmek ise, Allah’ı inkâr demektir. Zira, Hz. Musa’yı ve Hz. İsa’yı gönderen Cenab-ı Hak, en son ve kâmil bir din ile Hz. Muhammed’i göndermiştir. Rablerinin kendilerine gönderdiği kitapları tahrif etmek sûretiyle peygamberlerine en büyük ihaneti yapan insanların tek kurtuluş yolu, bütün peygamberleri ve şeriatlarını kuşatan en kâmil dine, ‘Allah katında tek din’e tâbi olmaktır. O din, İslamiyet’tir.
Cenab-ı Hak, Âl-i İmran Sûresi’nin 19. ayetinde şöyle buyuruyor:
“Allah katında hak din İslam’dır. (Daha önce) kitap verilmiş olanlar, kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki ihtirastan, kıskançlıktan ötürü ayrılığa düştüler. Kim Allah’ın ayetlerini inkâr ederse, bilsin ki Allah, hesabı çabuk görendir.”
Devam eden ayet-i kerimelerde de, doğru yolu bulmanın en açık ölçüsü takdim edilir: “(Yegâne hak din olan İslam konusunda) Seninle tartışmaya girişirlerse de ki: ‘Ben kendimi Hakk’a teslim ettim; Bana uyanlar da.’ (Ve yine) kendilerine kitap verilenlere ve (kitap gönderilmeyen) ümmilere de ki: ‘Siz de İslam oldunuz mu?’ Eğer İslam olurlarsa, doğru yolu bulurlar. Yok, eğer inatlarında ısrar eder yüz çevirirlerse, Sana düşen, sadece duyurmaktır, tebliğdir. Allah, kullarını görmektedir.” (Âl-i İmran, 20)
Yahudiler, kendi dinlerinden başka bir din, kendi kabileleri dışından bir peygamber gelmeyeceğini düşündüler; bu noktada ısrar ettiler. Kendilerinden sonra gönderilen Hz. İsa’yı (a.s.) inkâr ettiler; getirdiği hükümleri tahrif etmeye giriştiler. Hıristiyanlar da, Yahudilerin ihtirasına bürünerek, tahrif edilmeden önceki İncil’de geleceği müjdelenen Hz. Muhammed’e (s.a.v.) sırt çevirdiler. Allah’ın dininden uzak düştüler. Kendi elleriyle yazdıkları kitapları ‘İncil’ olarak takdim ettiler. Hak dini unuttular. Neticede ihtiraslar, iftira ve ihtilaflara dönüştü. Bu sebeple; ihtilaflardan kurtulmanın tek çaresi, bütün insanlığı hatta cinleri de kuşatan İslam’a yönelmek; Cenab-ı Allah’ın bizzat teminatı altında bulunan zikrine, yani Kur’an’a sarılmaktır. İslam’a gönül vermek, Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)’in ümmeti ve vârislerinin bendesi olarak Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın hizmetinde bulunmak ne büyük nimettir...
Prof.Dr. Haydar BAŞ Rahmeten li’l-Alemin cilt 1 Kitabı sayfa : 511 /514
Yazıyı hazırlayan: Gökhan Demir