HAK YOLCULUĞU.....

 Varlık aleminden geçip “mutlak varlık “a varmak için yapılan yolculuğa seyri sülük denir. Vahdet şerbetini içmiş büyüklerin ifadesi ile “varlığı yoklukla neticelenmesini gaye edinmiş yolculuktur”

< HAK YOLCULUĞU.....

Salik, elini verdiği zaten terbiyesinde varlığından soyunmak kararı ile bu seyre(yolculuğa)başlar, “zat tecellisi“ne ermekle yolculuk kemale erer. Aranılan bulunur, bulunan “mutlak varlık“la varlıklar unutulur.

Bu işin sonunda emir alınıp tekrar bu aleme dönmek gerekirse “geldiğin yolla gelecekleri getir” buyrulur. Bu en yüksek makamdır bu zirveye varan kamile “Mürşit” denir.

Mevla Bu büyüklerin himmeti neden mahrum etmesin. Nefsi inkar ile başlayan bu yolculuk kemal noktasına kadar bazı basamaklardan tırmanır.

Fena fi’ş-Şeyh:

Mürşidin muhabbetin de yok olma, erime ve kaybolma demektir. “Onda yok olma” ile başlayan bu hal, sonsuz teslimiyeti gerektirir. Yaptığı işlerde hikmetler aranır, kusurlar eneye mal edilir.

Teslimiyet esas olan bu yolculukta mürşidin kamil olması gerekir. İslami yaşaması ve dava edinmesi, onun ana meselesidir. Bu zatın hali Allah tarafından bir elbise gibi ona giydirilir. Bu zatın mümkün sahibinden “irşad et” emri alması zaruridir.

O bakımdan bir insanın bir cemaat tarafından mürşid olarak seçilmesi yanlıştır. Seçilen bu kişi dini ilimlerde ve yaşayışta ne kadar ileride görünürse görünsün, böyle bir vazife ile mükellef olması mümkün değildir.

Karganın bülbül olması nasıl muhal ise halk tarafından böyle bir emre muhatap olmadan irşat makamında görülmeside muhaldir.

Salike ilk nazar Fena fi’ş-Şeyh‘den olur. Kamil insanın bunu nazarı ile vuslat yolculuğu başlar. “Emmare makamı“nda olan nefis, nazar edenin aşkını üzerinde gösterir.

 

Nefs-i Emmare:

Nefsin ilk basamağıdır. Kötüyü emreder Hak düşünülmez. Gaye ve gayeye varmak için düşürülenler batıldır. Kısacası Hakk’ın zıddı olan batılın kendisidir. Islah için “uyulan kimsenin sözleri paha biçilmez mücevherdir” diye değerlendirip nazarına mazhar olmak için gayret etmek ve bu nazarla ondan kurtulmak gerekir.

Zor bir düşmandır hiçbir mücadele onunla yapılan kadar zor olmaz. Zira bu mücadelede insanın kendini inkarı söz konusudur. Bu mücadelede tevhid başı çekerse kurtuluş kolaylaşır.

Yani çokca “lailahe illallah” demek ötesini anla. Vücut ülkesini tasarrufu altına aldığı an akıl, irade, hisler, kısaca her şey onun emrindedir. Böyle bir insan hem madden hem manen tehlikelidir.

Mücahede ve mücadele ile nefsin bu ülkesinden kurtulan insan, “Levm Sahrası“nda kendini bulur, buna Nefs-i Levvame denir.

Nefs-i emmare ile mukayese edilmeyecek ilahi üstünlükleri mevcuttur. kabul etmek lazım ki burası da emin bir yer değildir. Hakka biraz daha yakın olmasına rağmen masivanın içinde bulunur. Hata eder günah işler ama pişman olur, nedametle ağlar ah vah eder sonunda aynı hataları tekrar eder. Kısaca Hak yolculuğunda bir hal üzere devam eden bir istikrarı yoktur.

Kurtulmak için nispet olunan kamile teslimiyet bir kayda bağlanmamalı muhabbeti ile muhabbetlenmeli “İsm-i Celal“e cankurtaran simidi gibi sarılıp dilden ve kalpten kesmemeli. Sonunda kamil insanın himmet ve nazarı erişir, bu vadide geçilir.

Halen devam eden yolculuğunu bu noktasından “Mülhime Ülkesi“ne varılır. Bu makamda salik “Hu” ismini verd edinir. Bu alem sinyaller âlemidir, varlığın izafi “Mutlak Varlık“ın ise hakiki olduğunun şifreleri çözülür.

Rahmani tecelliler olduğu gibi sadık olmayan ilhamlar da, bu halde zuhur eder. ‘Esma-i İlahi’nin tecellisini salik, bu makamda görür. Çeşitli nurani berzahlardan geçer, kapılmaması “maksadım Allah rızasıdır” deyip, teslimiyet ile yolculuğuna devam etmesi şarttır.

Bu makam, nefes aleminde hak ile batılın sınırıdır. Kamil mürşidi olmayanın buradan öteye seyri mümkün değildir. Şu kadar ki yaptığı zikrin mükafatını alır fakat mânen yolculuğu burada noktalanır.

Bu noktaya gelmişken zamanımızdan bilerek veya bilmeyerek yanlış ifade edilen bir meseleye, parmak basmadan geçmeyeceğiz.

Mesele şu:

Seyr-i Süluk”a karar vermiş bir insanın İslam’ın zahiri düsturları tam bilmesi şarttır. Aşağı yukarılı iddianın özü budur. Buna cevaben deriz ki;

Seyr-i Süluk’ta bulunan insanın İslam’ın zahire düsturları tam bilmesi mümkün değildir. Seyr-i Süluk’un esası teslimiyet muafiyet ve hizmettir. İslam’ın zahiri düturlarının öğrenilmesi bu yolculukta hal iledir.

Yani burada “kal”in (sözün) değeri yoktur. Maksadı Allah rızası olan salikin hali zikir, havfullah, muhabbetullahdır. Durum bu olunca İslam’ın zahir’in unsurlarını bilmeyen ümmi insan için Seyr-i Süluk’ta bulunamaz iddiası ilmi meslekten mahrumdur.

Seyr-i Süluk’un zahir ile ilgisi olmakla beraber esası manevi bir yolculuktur. Nitekim Peygamberimiz “Her insanın kalbinden Allah’a bir yol gider” hadisi ile bu yolculuğun sahasını belirlemiştir.

Şu kadar var ki Seyr-i Süluk’ta olan salikin hataya düşmesine mani olmak için mürşid-i kamil’in İslam’ın zahiri düsturlarını bilmesi lüzumludur. Hal böyle iken geçmiş devirlerde kurbiyet makamına kadem basmış insanı kamillerin bir çoklarının dahi ümmi olduklarını görmekteyiz.

Mesela Peygamber Efendimizin methiyesini kazanmış Üveys-ül Karani, tasavvuf tarihinde büyük velilerden olduğu rivayet edilen (intisabından evvel eşkıya olan) Fudayl Bin Iyaz, mezhep imamı İmam Şafi hazretlerinin mürşidi Çoban Şeyban-ı Rai Hazretleri, yakınen tanıdığımız Yunus Emre, onunla aynı devirde yaşayan Mevlana’nın talebesi Kuyumcu Selahaddin, v.s gibi büyükler ümmi kamillerdir.

Zahiri ilmi bilmemelerine rağmen halleri(yaşayışları) İslam’ın kendisiydi. O halde esas; zahiri ilimleri bilmesi değil, İslam’ı yaşamasıdır. Bu yolculukta, teslimiyeti, mahfiyeti ve hizmeti olursa vuslata ermemesi için hiçbir sebep yoktur. Esasen bu manevi mektebin gayesi budur. Aksi halde dört başı mamur bir insanın bu yola intisabına niçin gerek duyulsun. Bu hususu böylece noktaladı ktan sonra esasa geçelim.

 

‘Nefs-i Mülhime‘den Nazar-ı Hak, kamil insan vasıtasıyla zuhur edince, salik beşeri sıfatlardan kurtulup, ilahi sıfatları hal edinmeye başlar. Bu dönemde Esma-i İlahi’nin ve Ef’al-i İlahi’nin tecellileri zuhur eder.

Muhabbeti gittikçe artar, teslimiyeti, mahfiyeti ve hizmeti intisab ettiği İnsan-ı Kamil’e karşı doruk noktasına varır. Resulullah muhabbetinin kök salmaya başladığı bu an, mana aleminin hazinelerinin bulunduğu Nefs-i Mutmainne hali. Bu hal ve bu makamda hazineler unutulur, hep ötesi düşünülür.

 

Bu durumdan nefis mutmain olmuş, gönül de Huzur-u Resullulah’a varmıştır. Her an Peygamber aşkı artar ve gittikçe korlaşan bir sevda, saliki Peygamber huzurundan ayırmaz. Bu makamda da salik, mürşidin direktifine göre ya “Hak” ya da “Hay” ismini vird edinir.

Bu hale, Fenafi’r Resul denir. Yolculuk hızlanmıştır. Gönül Sıfat-ı Bari’nin tecellisini ve nurlarını seyreder. Nefis bu makamda Raziye ve Merziye makamındadır. Artık kul Rabbından Rabb’ı da kulundan razı olmuştur. Allah’ın kulundan razı olması Allah lütfunun ve kahrının kul için hoş olması lazım geldiğine inanmasından sonradır. Yani kul Alla’tan razı olursa Allah da kulundan razı olur.

Nefsin bu halinden sonra Tecelli-i Zat zuhur eder. Bu Seyr-i Süluk’ta kemal noktasıdır. Bu halde salikte Fena fi’illah zuhur eder. İkilik ortadan kalkmıştır.

“Görünen kendi zatıdır, değil sanmak gayrullah” ölçüsünde yok olunmuş, nefis aradan çekilmiştir. “Ene” unutulur, Halik ile olunur. Bu halin izahı zor ve mahsurludur. Şu kadar bilinmeli ki bu haller bu yolun neticesidir. Ancak yaşayanın halini izhar etmesi mahsurludur. Zira bu haller husudi hallerdir. Halbuki mü’min hususi hallerden değil, umumi kaidelerinden yani İslam’ın zahir-i düsturlarından sorumludur. Mezkür hallerin izahı zahire terslik verdiğinden bu halleri setretmek vaciptir.

 

Bu hallerden sonra Beka bi’llah ve Beka Ender halleri zuhur eder ki, bunlar çok yüce hallerdir. Mevla bu zatların himmetlerinden bizleri mahrum etmesin.

 

-İCMAL DERGİSİ 1984