Bidat ve takiyye.....

Bidat”in ıstılahı anlamı ise, insanın, dinde olmayan bir şeyi dine nispet etmesidir. Bidatin en kısa tanımı, “dinde olmayan bir şeyi dine sokmak”tır

<Bidat ve takiyye.....

"Bidat", lügatte, fâilinin bir nevi kemâlini gösteren, geçmişi olmayan yeni bir iştir. Nitekim Allah Teâlâ'nın sıfatlarından biri "Bedi"dir. "(O,) göklerin ve yerin yaratıcısıdır." 

"Bidat"in ıstılahı anlamı ise, insanın, dinde olmayan bir şeyi dine nispet etmesidir. Bidatin en kısa tanımı, "dinde olmayan bir şeyi dine sokmak"tır.

Dinde bidat yaratmak büyük günahlardan olup, haram olduğunda hiçbir şüphe yoktur.

Hz. Resulullah (s.a.v.), "Her yeni şey bidattir, her bidat dalâlettir ve her dalâlet de ateştir"   buyurmuştur.

İmam Cafer, yine bu mânâya uygun olarak bidat hakkında şunları söylüyor: "Her bidat sapıklıktır. Ve her sapıklık da ateşe doğru giden bir yoldur." 

Meşhur Ehl-i Sünnet âlimi İbn Hacer-i Askalanî de şöyle diyor: "Bidat, dinde aslı olmadığı halde çıkarılan bir şeydir; ancak şeraitin delâlet ettiği dinde aslı olan bir şey bidat değildir." 

Dediğimiz gibi, bidat, şeriatta (özel veya genel olarak) doğru bir kaynağı olmayan tasarruflardır ve şuna dikkat edilmesi gerekir ki, Ehl-i Beyt İmamları'nın rivayetleri, "Sekaleyn" hadisi gereğince şeriatın kaynaklarından ve dinî hükümlerin delillerinden sayılmaktadır.

Dolayısıyla, masum Ehl-i Beyt İmamları bir şeyin câiz veya haram olduğunu söylediklerinde, onların buyruklarına itaat etmek dine uymak olup, dinde bidat çıkarma dairesinin kapsamına girmez.

İzinsiz olarak tasarruf anlamında bidat çıkarmak, tarih boyunca sürekli çirkin ve haram kabul edilmiş olup, Kur'an-ı Kerim onu, "Allah mı size böyle izin verdi?!"   şeklinde anmaktadır.

Bu durumda, bidati (bu anlamda) çirkin, güzel, haram ve câiz olarak kısımlara ayırmak da doğru değildir.

Evet, "bidat"in genel lügat anlamı, dine nispet etmeden yaşam gereçlerinde yenilik yapmanın çeşitli şekilleri olup, dinde yer alan beş hükümden (farz, haram, mekruh, müstehab ve mubah) birinin kapsamına girebilir.

Takiyye

Kur'an-ı Kerim'in öğretilerinden biri de, Müslüman bir kişinin inancını belirtmesi sonucu can, mal ve ırzının tehlikeye düşeceği durumlarda, inancını gizleme serbestisine sahip olmasıdır.

Şeriat ıstılahında bu işe "takiyye" denilmektedir. Takiyyenin caizliğinin şer'i kaynağına ilaveten, akıl da hassas şartlarda onun gerekliliğine tanıklık etmektedir.

Çünkü bir taraftan can, mal ve haysiyeti korumak farzken, diğer taratan da insanın kendi inancına göre davranması dinî bir vazifedir.

Fakat insanın inancını belirtmesi, onun can, mal ve haysiyetini tehlikeye düşürürse ve bu iki vazife birbirleriyle çelişirlerse, doğal olarak akıl, daha önemli olanı diğerinden öne geçirmeye hükmeder.

Gerçekte, takiyye güçlü ve merhametsiz kişiler karşısında zayıfların silahıdır ve açıktır ki, eğer tehdit söz konusu olmazsa, insan ne inancını gizler ve ne de inancının aksine davranma gereği hisseder.

Kur'an-ı Kerim, Ammâr b. Yâsir (ve kafirlerin eline esir düşüp, kalplerindeki sağlam imana rağmen görünüşte onların elinden kurtulmak için küfür sözünü söyleyen kimseler) hakkında şöyle buyurmaktadır:

"İnandıktan sonra Allah'a nankörlük eden (bu amelin cezasını görecektir), kalbi imanla yatışmış olduğu hâlde (inkâra) zorlanan değil." 

Başka bir ayette ise şöyle buyuruyor:

"Müminler, inananları bırakıp, kâfirleri dost edinmesin. Kim böyle yaparsa Allah ile bir dostluğu kalmaz. Ancak, onlardan (gelebilecek bir tehlikeden) korunmanız başka (şerlerinden korunmak için dost görünebilirsiniz). Allah, sizi kendisinin (emirlerine karşı gelmekten) sakındırır. Dönüş Allah'adır." 

İslam müfessirleri, bu iki ayetin açıklamasında, takiyye ilkesini meşru bir ilke görmüşlerdir. 

Esasen, tefsir ve İslam fıkhı hakkında biraz araştırması olan herkes, takiyye ilkesinin İslami ilkelerden biri olduğunu bilir ve yukarıda zikri geçen ayetleri ve Firavunoğullarından iman edenlerin, imanlarını gizleyip aksini sergilediklerini   görmezden gelip, takkiyyeyi tamamen reddedemez.

Ayrıca, şunu da hatırlatmamız gerekiyor ki, her ne kadar takiyye ayetleri, kâfirler karşısında takiyye yapmak hususunda nâzil olmuşsa da; hassas ve uygun olmayan şartlarda Müslümanların can, ırz ve mallarını korumaktan ibaret olan takiyye, sadece kâfirler karşısında uygulanan bir durum değildir.
Ve eğer insanın Müslüman biri karşısında inancını belirtmesi veya inancına göre hareket etmesi de can ve malını tehlikeye düşürürse, bu konuda da takiyye, kâfire karşı takiyye hükmünü taşır.

Bu, diğerlerinin de tasrih ettiği bir sözdür. Râzi şöyle diyor: "Şafii mezhebine göre, eğer Müslümanların kendi aralarındaki durumu, Müslümanların (dâru'l-harb'de) -harbi- kafirler arasındaki durumu gibi olursa, canlarını korumak için takiyye yapmaları câizdir. Yine takiyye sadece can güvenliğine has değildir; hatta mâlî zarar da takiyye için bir ruhsattır. Müslüman'ın kanı gibi saygın olan ve uğrunda öldürülen kişinin şehid sayıldığı mâlî zararda da takiyye yapılır." 

Ebu Hureyre şöyle diyor: "Ben, Resul-i Ekrem'den (s.a.v.) iki türlü talimat ve emir aldım. Bazılarını halk arasında yaydım fakat diğer bazısını yaymaktan sakındım. Çünkü eğer onları da yayacak olsaydım öldürülürdüm." 

Emevi ve Abbasi halifelerinin döneminde, inançlarını açığa vurmaları nedeniyle sadece Ehl-i Beyt taraftarları inzivaya çekilmiyorlardı.

Me'mun döneminde, hatta Ehl-i Sünnet muhaddisleri de "Kur'an-ı Kerim'in sonradan yaratılmış olduğu" konusunda genellikle takiyye yolunu tutmuş ve Me'mun'un, Kur'an'ın yaratılmış olduğu doğrultusundaki genelgesi yayınlandıktan sonra, biri dışında tümü, inançlarının aksine onu onaylamışlardır; bu olay tarih kitaplarında ayrıntılı bir şekilde kaydedilmiştir. 

Ehl-i Beyt'in mantığına göre, takiyye, bazı durumlarda farz ve bazı durumlarda ise haramdır ve insan bu durumlarda can ve malının tehlikeye düşeceği bahanesiyle takiyye yapmamalıdır.

Bazıları, Ehl-i Beyt'in mutlak suretle takiyyeyi farz bildiğini sanmaktadırlar.

Oysa bu düşünce tamamen yanlıştır ve Ehl-i Beyt'in önderlerinin metodu kesinlikle böyle değildi.

Çünkü onlar şartları göz önünde bulundurup yarar ve zararları gözden geçirerek her zamanda özel ve uygun bir yol seçiyorlardı.

Dolayısıyla, bazen takiyye yapmayarak, inançlarını açığa vurmak uğrunda can ve mallarını feda ediyorlardı.

Esasen, Ehl-i Beyt'in masun önderleri genellikle kılıçla veya düşmanlar tarafından zehirlenerek şehit edilmişlerdir.

Oysa eğer zamanın hâkimlerine güler yüz ve tatlı dil gösterselerdi, kesinlikle hâkim güçler en büyük makamları bile onlara bırakırlardı fakat onlar takiyyenin (örneğin Yezid karşısında) din ve mektebin yok olmasına neden olacağını çok iyi biliyorlardı.

Câfer-i Sâdık takiyye hakkında şunları söyler:

"Dininizi korumak hususunda titiz davranın. Dininizin yok olmasından sakının. Ve onu takiyye ilkesini uygulayarak ihya edin. Çünkü takiyyesi olmayanın imanı yoktur." (Prof. Dr. Haydar Baş İmam Cafer eserinden)