ZİKRULLAH VE RABITA MÜNASEBETİ.....

              Rabıta; Cenâb-ı Hakk’ın tecelli ettiği ve bu sebeple nur, feyiz ve muhabbetle süslenmiş insan-ı kâmilin gönlüne teveccüh etmek, bu sayede Hakka vuslat yolunda vesileye sarılmaktır. Rabıtadan maksat, Allah’ın yaratıkları olan feyiz ve muhabbet ile kalbin süs- lenmesidir. Gâye; Hakk’a yaklaşmak, O’nun rızasını kazanmak, O’nun ahlâkıyla ahlâklanmaktır. Peygamber Efendimize, “Kiminle arkadaş olalım?” diye sorul- duğunda; “Dikkat edin, sizin en hayırlı olanınızı size haber vereyim mi?” dedi. Ashab, “Evet ey Allah Resûlü bildir” dedi. “Sizin en hayırlınız öyle kimselerdir ki; görüldüklerinde Allah hatırlanır” buyurdu. (İbn Mace, 37/zühd, h.no: 4119; Câmiu’l-Beyan Taberi, c.7, s.170; Durrü’l-Mensur Suyûtî, c.4, s.370)

ZİKRULLAH VE RABITA MÜNASEBETİ.....
Mimar Gökhan Demir

ZİKRULLAH VE RABITA MÜNASEBETİ.....

Allah’ın Resûlü, Allah’ı hatırlatan insanlarla beraber olmayı bil- dirdi. Bu nedenledir ki; İbn Mes’ûd’dan (radiyallahu anh); “Ali’ye bakmak ibâdettir” buyurdu. (1066 Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr’de; Heysemî, Mecma’ IX, 119)

  Rabıta, bizim onu gördüğümüz veya düşündüğümüzde, Allah’ı hatırlatan insanla beraber olmamız demektir. Bir başka mânâda, Allah’ın o eserinden, vesilesinden Allah’a yürümek demektir. Herbirimizin kalbi farklı farklı şeylerle doludur. Kiminin orada misafiri veya ev sahibi servetidir, evladıdır, eşidir, işidir. Kiminin ki Cenâb-ı Vâcibu’l-Vücud Hazretlerinin Zâtıdır, sıfatıdır, esma-i İlâhîsidir, sevgisidir, ef’alidir. Kalbinde serveti, işi vs. olan insanla sohbet edilirse, sohbet edileni hep o maddî âleme taşır. Ama kal- binde Hakk’ın muhabbeti olan insanla dost-arkadaş olunduğu zaman, o da Allah’a taşır. Yani, “Allah’ı analım, Kur’ân okuyalım” demeye gerek kalmıyor. Hâl olarak Allah’ın adı anılmaya başlanı lır. Yapılan iş besmele ile yapılır, Cenâb-ı Hakk’ın güzel âyetleri okunur. İşte bu rabıtadır. Denilir ki;“üzüm üzüme bakarak kararır.” Sigara içilen bir yere gidilirse, orada sigara içmeyen insanın üzerine de sigara dumanı çöker. İçmeye gerek yok, o ortama girmek kâfidir. Gül dükkânı- na, ıtriyatçı deposuna gidenin üzerine ise, güzel kokular siner. Gül kokusu sürmeye gerek yoktur. Dükkâna girmek kâfidir. Hakk’ın muhabbetini taşıyan gül kokulu insanların yanında olmak, onları düşünmek, onlarla beraber olmak; işte rabıta budur. Onlarla birlikte devam etmek, Hakk’a yürümektir. 

  Kalbin gıdası durumunda olan feyiz-muhabbet gibi kavramlar, Allah’ın yaratığıdır, mahlûktur. Nasıl ki, Cenâb-ı Hakk’ın maddî nimetlerinden olan ekmek, para ve mal gibi maddî yaratıkları sahiplerinden istemek, bunları elde etmek için çalışmak, âdetullah gereği ise, aynen bunu gibi, feyiz ve muhabbet cihetiyle şereflenen zengin olan bir insan-ı kâmilden şartlara ve edep kurallarına uygun olarak, himmet ve yardım istemek de yine âdetullahın bir gereğidir. Maddî varlıkların tâbi olduğu kurallarla, mânevî varlıkların tâbi olduğu kurallar esas itibari ile aynıdır. Nasıl ki, bir eve kapıdan giriliyorsa, herhangi bir konuda da istenilen neticeye varmak için âdetullah denilen sebepler ve hikmetler silsilesine sarılmak şarttır. Aranan netice onu doğuran sebep ve şartlara uymakla gerçekleşir.

  Nitekim, bu hususta Cenâb-ı Hakk, hidâyet ve rahmetini enbiyâ ve evliyâlar vasıtasıyla kullarına ulaştırmaktadır. Hidâyet ve rah- mete ulaştıran başka bir kapının olmaması da yine âdetullah gereğidir. O hâlde rabıta;âdetullah gereği, hidâyet ve rahmete ulaşmanın yolu ve metodudur. Rabıtaya “şirktir” mantığı ile karşı çıkanlar, bilmeden feyiz ve muhabbeti Cenâb-ı Hakk’ın Zâtına izafe etmek sûretiyle kendileri şirke düşmektedirler. Demek istiyorlar ki, feyiz ve muhabbet Vâcibu’l-Vücud’dur. Bu itikadı taşıyanlar, “feyiz ve muhabbet gibi hidâyet unsurları (hâşâ) Hâlık’tır, yani Vâcibu’l-Vücud’dur” demek istemektedirler. Hâlbuki asıl şirk, mahlûk olan mânevî varlığı Hâlık yerine koymak ve bu tasavvurda bulunmaktır, yani feyiz ve muhabbeti Vâcibu’l- Vücud yani Hâlık varsaymak, buna itikat etmektir. Zira feyiz, muhabbet, Cennet, sevap gibi hidâyet ve rahmete vesile olan varlıkların hepside Cenâb-ı Hakk’ın tecellisi sonucu var olan mahlûklardır, yaratılmışlardır. Maddî bir nimetin sahibinden istenmesi şirk olmuyor da,mânevî bir nimetin sahibinden istenmesi niçin şirk olsun? Kaldı ki, maddî ve mânevî bütün varlıkların Allah tarafından yaratıldığı, hayır ve şerrin Allah’tan geldiği her vesile ifade edilmese de fikirlerde ilim, kalplerde itikad olarak zâten mevcuttur. Zımnen bu ilim ve itikad bir insanda olduktan sonra, bir insanın bir Allah dostundan himmet ve dua istemesi bir bakkal vaya fırıncıdan ekmek istemesinden farklı bir şey değildir.

  Burada asıl tehlike, rabıtayı şirkle karıştıranların, feyiz ve mu- habbet gibi mânevîmahlûk nev’inden nimetleri, Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ına izafe edip, Hâlık gibi telakki etmeleridir. Bu noktada şöyle bir soru akla gelebilir: “Acaba rabıta kul ile Allah arasına girmek midir?” Bu sorunun cevabı iki nükte ile verilebilir: Rabıtada kul kendi varlığını terkedip insan-ı kâmilin varlığına bürünerek, sanki ortada olan kendi değil de odur diye düşünerek onun eli ve dili ile Hakk’a yalvarmakta, müracaat etmektedir. Bu varlıktan soyunma hâli nefsin terbiyesinde, ben davasından vazgeçmede en müessir yoldur. Allah, velilerin ve nebilerin derece ve mertebesine göre, gönüllerine tecelli eder. Cenâb-ı Hakk eşyaya da tecelli eder. Bunun mümkün olabileceğini Mûsâ (a.s.) ile ilgili şu hadise bize göstermektedir: “Mûsâ tayin ettiğimiz vakitte (Tûr’a) gelip de Rabbi onunla konuşunca, ‘Rabbim! Bana (kendini) göster; seni göreyim!’ dedi. (Rabbi), ‘Sen Beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o ye- rinde durabilirse sen de Beni göreceksin!’ buyurdu. Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça etti, Mûsâ da baygın düştü. Ayılınca dedi ki: Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, Sana tevbe ettim. Ben inananların ilkiyim.” (A’raf: 7/143)

İtikadda mezhep imamımız İmam Ebu Mansur Maturidî bu âyeti tecellinin hak olduğuna ve Cemâlullah’ı müşahade etmenin müm- kün olduğuna delil göstermiştir. (1068 Bkz. İmam Maturidî, Tevhid. Neşreden: Prof. Dr. Fethullah Huleyff, ç: Hasan Erdoğan, ist. 1981, s.173vd.)

Ve yine mukaddes vadide Cenâb-ı Hakk, Hz. Mûsâ’ya bir ağaç- tan hitap etti: “Muhakkak ki Ben, evet Ben senin Rabb’inim! Hemen pabuçla- rını çıkar! Çünkü sen kutsal vâdi Tuvâ’dasın!” (Tâhâ: 20/12)

 Allah dağa ve ağaca tecelli eder de insan ağacına ve dağına tecel- li etmez mi? Cenâb-ı Hakk meleklere, “Âdem’e secde edin” emrini verdi. Melekler bu emri hemen yerine getirdi. İblis ise, kibirlendi, kâfirlerden oldu.  Âyet-i kerimede; “Meleklere,‘Âdem’e secde edin!’ demiştik. İblis’in dışında hep- si secde ettiler. İblis, ‘Ben çamurdan yarattığın bir kimseye secde mi ederim!’ dedi” (İsrâ: 17/61) buyuruluyor.

Allah, “Âdem’e secde edin”derken, “ona tapın” mı diyor? Hayır. “Ben ona ruhumdan üfledim”buyurmuştu. Bu gerçek, âyet-i kerimede şöyle ifade edilir: “Artık ben ona şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim za- man siz hemen onun için secde ediciler olarak yere kapanın.” (Hicr: 15/2; Ayrıca Cenâb-ı Hakk’ın insana ruhundan üflemesi ile ilgili diğer âyetler için bkz: Enbiyâ: 21/91, Secde: 32/9, Sa’d: 38/72, Tahrim: 66/12)

  Melâike-i kiram hazerâtı bu nükteyi kavradı. “Evet biz secde ediyoruz ama onun toprak kalıbına değil, ondaki rûha, Hakk’a sec- de ediyoruz” dediler. Bu mânâyı yaşadığımız zaman, Hakk dostlarının rûh dünyasına tevessül etmekte neden bir beis olsun? Allah’ın, insanın kalbine nazar ettiği gerçeğini Peygamberimiz şöyle anlatıyor: “Şüphe yok ki, Allah Teâlâ Hazretleri sizin sûretlerinize ve mal- larınıza bakmaz. Fakat O sizin ancak kalplerinize ve amellerinize bakar/nazar eder.” (Buharî, Müslim, Ebu Dâvud, ve Tirmizî’den Kütüb-i Sitte Muhtasarı, Hadis no: 3312) Cenâb-ı Hakk’ın nazar ettiği kalp nurlanır. Nitekim Resûl-i Ek- rem (s.a.a.) duasında bu nuru istemişti:   İbn Abbâs’tan (radiyallahu anh); “Bir gece Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve âlihi) namazdan sonra şöyle dua ettiğini duydum: Allah’ım! Kalbime nur verip aydınlat, kabrime nur verip aydınlat! Önüme nur verip aydınlat, arkama nur verip aydınlat! Sağıma nur verip aydınlat, soluma nur verip aydınlat! Üstüme nur verip aydınlat, altıma nur verip aydınlat! Ku- lağıma nur verip aydınlat, gözüme nur verip aydınlat! Saçıma nur verip aydınlat, derime nur verip aydınlat! Etime nur verip aydınlat, kanıma nur verip aydınlat! Beynime nur verip aydınlat, kemiğime nur verip aydınlat! Allah’ım! Benim için nuru(mu) büyüt ve bana bir nur ver! Benim için bir nur daha ver!” (Bu hadisi Tirmizî, 3419; ed-Dârimî an Muh. b. İmrân b. e. Leylâ an ebîhî an İbn e. Leylâ an Dâvud b. Alî b. Abdillah b. Abbâs an ebîhî an ceddihî an İbn Abbâs senedi ile tahrîc etti  )

 İnsan-ı kâmil, Allah’ın, kalbine nazar edip nurlandırdığı bahti- yar insandır. Bir başka ifade ile, insan-ı kâmil Allah’ın tecelli ettiği ve Hz. Mûsâ’nın teveccüh ettiği dağ ve ağaç gibidir. O hâlde, insan-ı kâmile rabıta, onun etine-kemiğine değil, onda tecelli eden Hakk’adır. Acınır o kimselere ki, böyle ulu’l-azim Hakk dostlarından mahrumdurlar da bu mahrumiyet onları rabıta konusunda şaşırtmıştır. Onlar insan-ı kâmile teveccühü, o kâmile uluhiyet izafe etmek şeklinde zannetmişler ve böylece büyük bir fesada sürüklenmişlerdir. İnsan-ı kâmil nazargâh-ı İlâhî olduğuna göre, onlara teveccüh, onların şahsına değil, onlara tecelli eden Cenâb-ı Hakk’adır. Cenâb-ı Hakk sebepleri halketmiştir. O’na vuslat da ancak sebeplere tevessül ile mümkündür.

  Peygamberimiz dahi Mi’rac’da Cenâb- ı Hakk ile görüşmeden evvel Sidre-i Müntehâ’ya kadar Hz. Cebrail (a.s.) ile gitmiştir. Oradan öteye “Refref/Aşk” ile seyrine devam etmiştir. Ve yine, Hz. Mûsâ ‘ilm-i ledün’ü öğrenmek istediği zaman ona muallim olarak Hz. Hızır tayin edildi. Bu hususta Cenâb-ı Hakk şöyle buyurur: “Derken, kullarımızdan bir kul buldular ki, ona katımızdan bir rahmet (vahiy ve peygamberlik) vermiş, yine ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik. Musa ona,‘Sana öğretilenden, bana doğruyu bulmama yardım edecek bir bilgi öğretmen için sana tâbi olayım mı?’ dedi.” (Kehf: 18/65,66)

 Kehf Sûresi’nde anlatılan Hz. Hızır ve Hz. Mûsâ’nın kıssasında ilm-i ledün sırlarıyla ilgili birçok hakikat anlatılmaktadır. Ve yine sahabe, Peygamberimizi vesile ederek Cenâb-ı Hakk’a iltica ederlerdi. Peygamberimizin rıhletinden sonra, amcası Hz. Abbâs’ı vesile ederlerdi. Bu hususta şu hadis çok mânidardır:   Enes’ten (radiyallahu anh); Ömer, kıtlık olduğu dönemde yağmur duası yaptığı zaman, “Ab- bâs’ın yüzüsuyu hürmetine” der ve şöyle dua ederdi: “Allah’ım biz Sana Peygamberinle tevessül eder Sen de bize rahmet verir- din; şimdi ise Peygamberinin amcasıyla tevessül ediyoruz; ne olur -onun yüzüsuyu hürmetine- bize yağmur ihsan et!” Duanın ardından bolca yağmur yağardı. (Buhârî, İstiskâ 3/2, II, 15-16; el-Hasan b. Muh. an Muh. b. Abdillah el-Ensârî an Abdillah b. el-Müsennâ an Sümâme b. Abdillah an Enes an  Ömer senedi ile tahrîc etmiştir)

  Keza Ebu Bekir (r.a.) harbe çıkacağı zaman Hz. Abbâs’la (r.a.) Medine’nin dışına çıkar ve ona, “Ya Abbâs, sen yardım du- asında bulun, ben de amin diyeyim. Ben umarım ki, Nebiyy-i Ek- rem’e (s.a.a.) yakınlığın dolayısıyla duan boşa çıkmaz” (Buharî, Tecrid-i Sarih Tercümesi, c. 3, s. 288, Ank.1983, 3. baskı) derdi. Bu âyet ve hadislerden anlaşılacağı üzere, kulun Allah’a takarrub etmesi/yakınlaşması mutlaka bir vasıta ile mümkündür. Bu vasıta- lar sırası ile;resûller, nebiler, velilerdir. Kâinat ve onu tasarrufa yetkili kılınan insanlığın sebeb-i vücudu olması bakımından tavassut müessesesi Hz. Peygamber ile başlar Hz. Âdem ile sona erer. Pey- gamberimiz Hz. Muhammed’den sonra ulvi vazifeyi ümmetinden insan-ı kâmil dediğimiz zevât yerine getirmiştir. Kıyâmet’e kadar da bu mânevî vazife devam edecektir. Kulun Allah’a takarrubunda/ yakınlaşmasında bu husus, Allah’ın kanunudur. Allah (c.c.) nasıl ki dünyayı aydınlatmada güneşi, yağmuru yağdırmada bulutu, bitkiyi bitirmede toprağı sebep olarak yaratmışsa, kulun vuslatında da in- san-ı kâmili beşeriyete ikram etmiştir. Kaynak Prof.Dr. Haydar Baş Dua ve Zikir kitabı sayfa 689 / 697