Atatürk hilafet ve saltanat makamını birbirinden ayırmıştır.....

Mustafa Kemal, Cumhuriyetin ilanından sonra hilafet ve saltanat makamını birbirinden ayırmıştır

<Atatürk hilafet ve saltanat makamını birbirinden ayırmıştır.....

Mustafa Kemal, Cumhuriyetin ilanından sonra hilafet ve saltanat makamını birbirinden ayırmıştır.

Nutuk'ta hilafetle ilgili görüşleri bizzat kendi kaleminden aktarılmıştır.

Bıraktığı ve bugüne kadar gizli tutulan vasiyetinde dahi hilafetin bahsi geçer ve devletin kurulmasından bir süre sonra hilafetin tekrar ilanını hesap etmektedir.

Bu bahislere geçmeden evvel, Millî Mücadele yıllarında yayınlanan bir fetvadan bahsedelim.

Her ne kadar, İstanbul Hükûmeti, 11 Nisan 1920'de Şeyhülislam Dürrizade es-Seyyid Abdullah imzasıyla yayınlattığı fetvada "hilafet katına ihanet etmektedirler" dese de, Mustafa Kemal ve Kuvvacılar, hilafetin de kurtarılması gereğine inanmaktaydılar.

Şeyhülislam'ın fetvasında şu ifadeler vardır:

"… Bu işleri yapan yukarıda söylenmiş elebaşılar ve yardımcıları ile bunların peşlerine takılanların dağılmaları için çıkarılan yüksek emirlerden sonra bunlar, hâlâ kötülüklerine inatla devam ettikleri takdirde işledikleri kötülüklerden memleketi temizlemek ve kulları fenalıklardan kurtarmak, dince yapılması gerekli olup, Allah'ın 'öldürünüz' emri gereğince öldürülmeleri şeriata uygun ve farz mıdır?

Cevap: Allah bilir ki olur." 

Kuvva hareketi, "Padişah ve halife dahi esirdir. Makam-ı hilafet ve saltanatın kurtarılması lazımdır" temelinde Ankara Müftüsü ve Ankara Müdafa-i Hukuk Cemiyeti Reisi Mehmet Rıfat Efendi ve beş müftü, 9 müderris ve medrese müdürü ile altı kişilik ilmiye sınıfından müteşekkil 20 kişilik bir grup hilafetle ilgili bir fetva yayınladı.

19-22 Nisan tarihinde Öğüt, İrade-i Milliye, Açıksöz gibi gazetelerde çıkan fetvanın önemli kısımları şöyleydi:

1- Dünyanın nizamının sebebi olan İslam halifesi hazretlerinin halifelik makamı ve saltanat yeri olan İstanbul, müminlerin emirinin sebebine aykırı olarak, İslamların düşmanı olan düşman devletler tarafından fiilen işgal edilerek, İslam askerleri silahlarından uzaklaştırılıp, bazıları haksız yere şehit edilmiş, halifelik merkezini koruyan bütün istihkamlar, kaleler, savaş aletleri zapt edilmiş...

Halifenin rızası olmadığı halde, Osmanlı toprakları olan İzmir, Adana, Maraş, Antep ve Urfa taraflarına düşmanlar saldırıp oradakileri Müslüman olmayan uyruklarımızla el ele vererek İslamları toptan yok etmeye, mallarını yağmalamaya ve kadınlarına tecavüze kalkışmışlardır.

Anlatılan şekilde harekete ve esirliğe uğrayan halifelerini kurtarmak için ellerinden geleni yapmaları bütün Müslümanlara farz olur mu?

Cevap: Allah en iyi bilir ki, olur.

Halifeliğin gasp edilen haklarını geri almak için düşmanlara karşı açılan mücadelede ölenler şehit, kalanlar gazi olur mu?

Cevap: Allah en iyi bilir ki, olurlar.

Bu suretle din uğrunda savaşan ve görevini yapan halka karşı düşman tarafını iltizam ederek silah kullananlar ve adam öldürenler şeriat bakımından en büyük günahı işlemiş ve fesatçılık etmiş olurlar mı?

Cevap: Allah en iyi bilir ki, olurlar."

Bir tarafta halifeye başkaldırı olarak değerlendirilerek halkı Kuvva hareketine karşı kışkırtan bir İstanbul Hükûmeti; diğer yanda halifeye saldırı var, halifeyi kurtarmak lazım şeklinde anlatılarak halkın desteği alınarak oluşturulan bir Kuvva-yi Milliye...

Hatta Kurtuluş Savaşı'nda İslam'a ve halifeye yönelik bir saldırıya olan müdafaadaki samimiyet o kadar gerçektir ki, o tarihte İngiltere'nin işgalindeki Türkiye'ye, bir İngiliz sömürgesi olan Hindistan'daki samimi Müslüman Hindular, esir edilen halifenin kurtarılması için "hilafet fonu" oluşturmuştur.

Hinduların da "Ankara'ya yardım fonu" adı ile biriktirdiği paralar, "İslamiyet'in kılıcı" ilan ettikleri Mustafa Kemal'in adına ve şahsına gönderilmiştir.

Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı tarafından hazırlanan "Türk İstiklal Harbi İdari Faaliyetleri" isimli 1975 yılında basılmış eserde Hindistan'dan, halifenin kurtuluşu için 1921 Aralık'ından, 12 Ağustos 1922'ye kadar 675 bin Türk Lirası karşılığı 106.400 İngiliz Lirası gönderilmiştir.

1 Kasım 1922'de saltanat, 3 Mart 1924'de halifelik kaldırılmıştır.

Atatürk, her ikisi hakkında da Millet Meclisi'nde yapılan görüşmelerde, Hz. Muhammed'den örnekler vermiştir:

"Mazhar-ı nübüvvet ve risalet olan Fahr-i Âlem Efendimiz bu kütleyi Arap içinde Mekke'de dünyaya gelmiş bir vücud-u mübarek idi.

Ey arkadaşlar! Allah birdir, büyüktür.

Muhammed Mustafa, peygamber olmadan evvel, kavminin muhabbetine, hürmetine, itimadına mazhar oldu. Ondan sonra ancak kırk yaşında nübüvvet ve kırk üç yaşında risalet geldi."

Atatürk, saltanat ve halifelik makamını samimiyetle kaldırmıştır. Yani halifelik unvanı kaldırılmıştır. Ancak hilafete dokunulmamıştır.

Gerek saltanat ve gerekse halifeliğin kaldırılması, tek kişide toplanan egemenliğin sona erdirilmesi maksadıyladır. Halifeliğin bir şahsın temsilinde bulunması, kaldırılmasıyla sona ermiştir.

İlan edilen Cumhuriyet ile egemenlik millete geçmiş; hilafet de tek kişiye ait olmaktan çıkarılarak, Cumhuriyetin ve hükûmetin şahsında koruma altına alınmıştır.

Dediklerimizin ispatı Atatürk döneminde, 3 Mart 1924'te çıkarılan 431 sayılı Hilafetin İlgasına ve Hanedan-ı Osmaniye'nin T.C. Memaliki Haricine Çıkarılmasına Dair Kanun'dur.

Bu kanunun 1. maddesi şöyledir: "Halife halledilmiştir. Hilafet hükûmet ve cumhuriyet mânâ ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan hilafet makamı mülgadır."

Mündemiç; varlığın içinde bulunan, varlığın yapısına karışmış olan demektir.

Yani hilafet tamamen kaldırılmamış; Meclis'e ve Cumhuriyete ait olarak bırakılmıştır.

İzmit sinema binasında 19 Ocak 1923 tarihinde yaptığı mülakatta bağımsız İslam devletlerinin seçeceği halife-i müslimin hakkında şunları söyler:

"Bağımsız İslam hükûmetlerinin selahiyet sahibi delegeleri bir araya gelip bir kongre yaparlar ve derlerse ki, Türkiye ile İran arasında, İran ile Afgan arasında, Mısır, Hint arasında veya bütün bunlar arasında şu veya bu münasebetler teessüs etmiştir.

Bu ortak münasebetleri muhafaza etmek için bu ortak münasebetlerin ihtiva ettiği şartlar dahilinde hareketi temin etmek için bütün İslam devletlerinin delegelerinden meydana gelen bir şûra teşekkül edecektir. Ve o şûranın bir riyaset makamı olacaktır. İşte o makama seçilecek olan zat halife-i müslimin olacak zattır." 

Hilafet konusu Nutuk'ta bizzat Atatürk tarafından şöyle ele alınır:

"Ortaya atılan görüş şuydu: Avrupa'da, Asya'da, Afrika'da ve diğer kıt'alarda yaşayan Müslüman toplumları, gelecekte herhangi bir gün kendi irade ve arzularını kullanacak bir güç ve özgürlüğe kavuşurlar ve o zaman lüzumlu ve yararlı görürlerse, çağın gereklerine uygun birtakım uyuşma ve birleşme noktaları bulabilirler.

Şüphesiz, her devletin, her toplumun birbirinden karşılayabileceği ihtiyaçları vardır. Karşılıklı çıkarları olacaktır.

Tasarlanan bu bağımsız İslâm devletlerinin yetkili temsilcileri bir araya gelip bir kongre yaparlar ve 'falan ve filân İslâm devletleri' arasında şu veya bu ilişkiler kurulmuştur.

Bu ortak ilişkileri korumak ve bu ilişkilerin gerektirdiği şartlar içinde birlikte hareket sağlamak için, bütün İslâm devletlerinin temsilcilerinden kurulu bir meclis oluşturulacaktır.

'Birleşmiş olan İslâm devletleri bu meclisin başkanı tarafından temsil edilecektir' derlerse ve isterlerse, işte o zaman, o 'Birleşik İslâm devletine hilâfet ve ortak Meclis'in başkanlığına seçilecek zata da halife unvanını verirler." 

Rahmetli Adnan Menderes, Ata'nın Nutuk'ta altını çizdiği görüşlerini devam ettirmek maksadıyla, 1958 senesinde, "Eğer isterseniz hilafeti de getirebilirsiniz" demiş ve bir rivayet, 27 Mayıs'a giden süreç bu açıklamadan sonra başlamıştır.

Hilafet bahsinin Atatürk'ün bıraktığı ve gizliliği halen muhafaza edilen vasiyetnamesinde de yer aldığını söyleyen pek çok araştırmacı vardır.

1988'de açıklanması gereken vasiyetnamenin, Kenan Evren'in talimatıyla 25 sene daha gizlenmesine karar verildiğini belirten Aytunç Altındal, Mustafa Kemal'in vasiyetteki hilafet projesini şöyle aktarır:

"Atatürk'ün hilafet sisteminde, İslam ülkeleri aralarında Şûra oluştururlar. Beş ülkeyi daimi yönetici seçerler, meclisleri sırayla hilafet makamını temsil eder şeklinde..."

Sonuç olarak hilafet, Atatürk'ün ömrü vefa etseydi hayata geçireceği ve İslam devletlerini birleştirmek için kullanacağı bir sistem ve yol olacaktı.

Tekrar edelim ki; 3 Mart 1924'te çıkarılan 431 sayılı Hilafetin İlgasına ve Hanedan-ı Osmaniye'nin T.C. Memalik-i Haricine Çıkarılmasına Dair Kanun'un 1. maddesi ne göre; "Halife halledilmiştir. Hilafet hükûmet ve cumhuriyet mânâ ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan hilafet makamı mülgadır."

Mündemiç; varlığın içinde bulunan, varlığın yapısına karışmış olan demektir.

Yani hilafet tamamen kaldırılmamış, hükûmete ve cumhuriyete ait olarak bırakılmıştır.

Bunu, 10 Ocak 1921'de, 1. İnönü Savaşı'nın başladığı gün kaleme aldıkları muhtırada da beyan ederler:

". Hilafet ve saltanat makamı ve bu yüce makamda oturan zat-ı hümayun, Büyük Millet Meclisi'nin kanunları dairesinde saklı ve korunmuştur.

İmza: Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal." 

Hilafetin arkasına sığınarak bundan dolayı Atatürk'ü dinsizlikle itham edenler son derece büyük bir İngiliz oyununun ve de ahiret vebalinin içindedirler.

Kaldı ki, bir Bektaşî olan Atatürk'ün, hilafetin Hz. Ali'nin hakkı olduğuna dair beyanları da vardır:

"... Vaktaki Muaviye ile Hz. Ali karşı karşıya geldiler, Sıffin vakasında... Muaviye'nin askerleri Kur'an-ı Kerim'i mızraklarına diktiler ve Hz. Ali'nin ordusunda bu suretle tereddüt ve zaaf husule getirdiler.

İşte o zaman dine fesat, İslamlar arasında münaferet (ayrılık) girdi ve o zaman Hak olan Kur'an, haksızlığı kabule vasıta yapıldı." 

Siz Mustafa Kemal'in, Hz. Ali'nin olan halifeliği hakkı gasp edilerek Muaviye'nin aldığı inancından yola çıkarsanız, hilafetin mecliste mündemiç olması zaten hakkı olana verilmeyen hilafetin emanet edilmesi mânâsına da gelir.

Bu görüş, O'nun inanç dünyasına da uygundur. (Prof. Dr. Haydar Baş Hoş Geldin Atatürk sh: 531)