TEBÜK BİR SAVAŞ DEĞİL, İMTİHANDI - II

Dünden devam eden

Buradan, mazeretsiz veya gerçek mazeret olmadan Hak yolun­da cihaddan geri kalmanın büyük tehlike ve azap sebebi olduğunu anlıyoruz.

<TEBÜK BİR SAVAŞ DEĞİL, İMTİHANDI - II

- Yaz mevsiminin en sıcak günleri idi. Kuraklık yüzünden mem­lekette kıtlık vardı. Hasat vakti gelmiş; meyveler, hurmalar kemâle ermişti. Düşman kuvvetli, gidilecek yer uzaktı. Bütün bu nâmüsait şartlar, mü’minlerde bir durgunluk ve neşesizlik meydana getir­mişti. Bu durumda Cenab-ı Hak derhal mü’minleri ihtar etti: “Ey mü’minler! Size ne oldu ki, Allah yolunda gazaya (Tebük Sefe­ri’ne) çıkın denilince yerinizde yığıldınız, kaldınız. Yoksa siz, ahi­reti bırakıp da, dünya hayatına mı râzı oldunuz? Dünya hayatının saadeti, ahirete nisbetle pek az bir şeydir. Eğer gazaya çıkmazsanız, Allah sizi acıklı bir azapla cezalandırır. Yerinize de başka bir kavmi getirir de, siz O’na (Peygambere) hiçbir zarar veremezsiniz. Allah her şeye kâdirdir.” (Tevbe, 38, 39) Burada; insanın, nefsinden gelen tembellikle bazen duraklama yapabileceği için ikaz ve ihtara muhtaç olduğu anlaşılmaktadır. Şu da bir gerçek ki, nefisler cihaddan hoşlanmaz. Hak yolunda hizmette sabır ve mücahade ile güçlüklere karşı koy­mak esastır.

Resul-i Ekrem Efendimizin, Hz. Ali’yi kendine vekâleten Medine’de bırakması, münafıklara istismar konusu oldu. Münafık­lar Hz. Ali’nin Medine’de kalışını, savaştan kaçmak gibi göstererek fitne çıkardılar. Buna sinirlenen Hz. Ali, silahlanarak Resulûllah’ın huzuruna geldi ve harbe katılacağını söyledi. Bunun üzerine Resul-i Ekrem, Hz. Ali’ye, “Sen Bana Musa’nın yanındaki Harun gibisin. Bir farkla ki, Benden sonra Peygamber yoktur” diyerek gönlünü almış, Medine’de kalmasının önemini vurgulamıştır. Bu olayda, seferlere gidilirken cephe gerisinin ihmal edilmemesi gerektiğine dair tembih vardır.

Tebük Seferi esnasında münafıklar fesat çıkarıp, birtakım kim­seler de mazeret uydururken, yaşlılar, sakatlar, sefere çıkmak için hayvan bulamayanlar, cihada katılamadıkları için ağlayarak, üzü­lerek geri dönüyorlardı. Ne tezatlar, ne ibretli manzaralar bunlar!..

10 bini süvari olan 30 bin kişilik ordu Tebük’e geldi. Mûte kahra­manlığı ve Tebük Seferi’ne haşmetli iştirak, düşman Arap kabilele­rinin maneviyatını bozdu. Onları korkuttu, ürküttü, caydırdı. Zaten imparatorun, memleketteki iç karışıklıklar sebebiyle başı dertteydi.

Buradan çıkarılan ders şudur ki; mü’minler, düşmanlarını kor­kutmak ve kötü emellerinden caydırmak için yek-vücut olmalı ve güçlerini birleştirmelidirler. Kuvvet, Hak’tandır ve Hak adına olan birliktedir.

Güçlü İslam ordusu karşısında Hıristiyan Bizans, pasif ve sönük kalınca Resul-i Ekrem daha ileri gitmedi; sadece Bizans’a meydan okumakla yetindi. Zira, O, toprak genişletmek için gelmemişti. Te­bük Seferi, bir müdafaa harbi idi. Resul-i Ekrem, Tebük’te 20 gün kaldı. Birtakım Hıristiyan güçlerle anlaşmalar sağladı. Hudutlarda emniyet ve sükûnet temin edildi. Eyle ve Ezruh Hıristiyanları ciz­yeye bağlandı. Böylece, bu muhteşem askerî güç, kan dökmeden büyük bir siyasî güce ulaşmış oluyordu. Eğer Resul-i Ekrem di­leseydi, o bölgeyi baştanbaşa fethedebilirdi. Fakat O’nun gayesi, toprak genişletmek değildi. Bu bakımdan Tebük Seferi, İslam’ın kılıç zoruyla yayıldığını iddia edenlere en güzel cevaptır.

İslam ordusu, Resul-i Ekrem’in komutası altında şanla şerefle döndü. Artık iman edenleri durduracak ve korkutacak, yeryüzün­de bir güç yoktu. Bu hâl, Allah’a güvenip dayananların ve O’nun yolunda mücadele edenlerin her zaman mutlu sonuca varacaklarını gösterir. Sefere çıkarken nefislerine ağır gelenler, dönüşte büyük bir zaferin mutluluğunu paylaşıyordu. Tabiîdir ki, münafıklar ve mazeretsiz sefere katılmayanlar çok üzülüyorlardı.

Resul-i Ekrem, Medine Mesicidi’ne geldiğinde şükür namazı kıldı ve ziyaretleri kabul etti. Ordunun Medine’ye girişi ve karşı­lanışı muhteşem olurken, 80 kadar asker kaçağı mahcuptu. Resul-i Ekrem, bunların mazeretlerini dinledi. Yemin ettiler; üç kişi hariç, özürleri kabul edildi. Söz konusu üç kişi; 50 gün kendi hâlinde kal­dı; tevbe istiğfar ettiler. Bu müddet zarfında kimse onlarla konuş­madı; sanki dünya başlarına dar geliyordu. Toplum onları dışlamış­tı. Bu onlar için acıklı bir ceza idi. Kur’an-ı Kerim’de bunlar hak­kında şöyle buyurulur: “Ve (savaştan) geri bırakılan o üç kişinin de tevbelerini kabul buyurdu. Bütün genişliği ile beraber arz başlarına dar gelmiş ve canları kendilerini sıktıkça sıkmış ve Allah’tan yine Allah’a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Allah, on­ların tevbesini kabul buyurdu ki, tevbe etsinler. Çünkü, Allah, tev­beyi çok kabul eden, çok esirgeyendir.” (Tevbe, 118)

Bu olaydan anlıyoruz ki; cihadla yaşamak bir şeref, cihaddan geri kalmak ise zillettir. Bu zillet, hem insanların nezdinde, hem de Allah indindedir. Buna rağmen, imanda samimi olmak kaydıyla Cenâb-ı Hakk’ın lutf u keremi geniştir, kullarının tevbelerini kabul eder. Tebük Seferi kansız, kavgasız olmasına rağmen baştanbaşa hikmetler ve ibretlerle doludur. Bu ders ve hikmetler, günümüzde Hak yola hizmet edenler için birer ışık mesabesindedir.

 

Prof.Dr. Haydar BAŞ   Rahmetenli'l-alemin cilt 2 Kitabı sayfa :  383/388

Yazıyı hazırlayan: Gökhan Demir