TARİHTE KADIN I.....

    Sayın Prof. Dr. Haydar Baş hocamızın Veda hutbesinde insan hakları eserinde “Tarihte Kadın" hakkında şu bilgilere yer veriyor:  İnsan neslinin devamını sağlayan iki unsurdan biri olarak kadın, ilk insandan beri, tarihî seyir içerisinde hep bir münakaşa, bir tartışma konusu olagelmiştir.

 TARİHTE KADIN I.....
Mimar Gökhan Demir

 TARİHTE KADIN I.....

Tahrif edilmiş İseviliğe göre, Hz. Âdem’in cennetten kovuluşuna sebep olarak eşi Havva gösterilmiş ve bütün kadınların bu günahın yükünü taşıdıklarına, bunun mirasçısı olduklarına inanılmıştır. Eski İran'da yaygın olan Mazdek felsefesine göre kadın, havanın, suyun ve ateşin ortak kullanıldığı gibi ortak kullanılabilir. Uzakdoğu'da pek çok müntesibi bulunan ve Budizm'in kurucusu olarak kabul edilen Buda ise, yaşadığı sürece kadınları dinine kabul etmemişti. Hatta ilk ve ortaçağ Avrupası'nda kadının ruhu olup olmadığı konusunda bile tartışmalar yapılmıştır. Cahiliye devri Arapları ise kadına toplumun en aşağılık mevkiini lâyık görür, kız çocuk sahibi olmayı bir utanç vesilesi olarak kabul ederlerdi. İslâm'ın zuhurundan önce kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeleri bu anlayışın bir neticesidir. Çağlar boyu kadın ya insanlığı tartışılan bir varlık ya da kötülüklerin asıl kaynağı olarak kabul edilmiş, dünyanın neresinde hangi cemiyette bulunursa bulunsun bu kaderden kurtulamamış, layık olduğu mertebeye ta İslâm güneşi insanlık âlemini aydınlatıncaya kadar ulaşamamıştır.

                         BATI KÜLTÜRÜNDE KADININ KONUMU

Tahrif edilmiş Hıristiyanlığın kadını günah kaynağı olarak kabul ettiğini izah etmiştik. Bir Hıristiyan papazı olan St. Bernard, Hz. Meryem'i kutsallaştırırken, diğer yandan Hıristiyan kadınını alabildiğine aşağılıyordu. Ortaçağ papazları kadını, Âdem’in cennetten kovuluşunun sebebi olarak görür, onu yılanlardan bile tehlikeli kabul eder ve şöyle derlerdi: '"İki katlı bir evin üst kadında bir kadın varken bir erkek alt kata girse günahkâr olur. Zira hava, kadınların günahını yayar. "Yine bir rahip olan St Thomas ise, "Ancak hiçbir kadına dokunmadan gerçek bir İsevi olunabilir. Ancak evlenmeyenler kutsal Ruhu taşıyabilir" der. Ortaçağ Avrupa'sının kadını, insanî haklarından öylesine mahrumdu ki, evlenirken, sahip olduğu bütün malların sahipliği elinden çıkar ve kocasına intikal ederdi. Toplumun üst seviyesinde bulunsa, hatta kral ailesine bile mensup olsa durum değişmezdi. İlk ve Orta çağlarda Batıda kadının konumu bu idi. Güya bir aydınlanma devri olarak kabul edilen Rönesans ve Reform'dan sonra da Avrupalı kadının kaderinde bir değişiklik olmamıştır. Kilisenin yoğun baskısına ve din tekelciliğine karşı bir tepki olarak doğan Rönesans ve Reform hareketleri ile kilisenin şahsında din alabildiğine inkâr edilmişti. Ancak Batı insanı bu defa ikinci bir çıkmazın içine girmiş, aklı ve pozitivizmi dinin yerine koymuştur. Bunlar şimdiki materyalist Batı felsefesinin ilk tohumlarıdır. Bütün bu hengâme içinde kadının sadece zavallılığının şekli değişmiş, bu kez materyalizmin elinde bir araç haline dönüşmüştür. Yüzyıllar boyu bu kaderi yaşayan Batılı kadının nihâyet, özgürlük ve kadın hakları sloganlarıyla ortaya çıkması kaçınılmazdı ve öyle olmuştur. Fransız Devrimi'yle birlikte her alanda ortaya çıkan özgürlük fırtınasından kadınlar da nasiplerini almışlar, bu vadide feminizm bir felsefe, bir akım olarak değil, adeta kadınların cankurtaranı olarak ortaya çıkmıştır. Feminizm, sürekli ezilen Batı kadınının adeta erkeğe meydan okuyuşunun, erkekle çatışmasının belki de doruk noktasıdır. Feminist hareketin ilk kuramcıları, aynı zamanda komünizmin kurucuları olan Marks ve Engels'tir. Bu ikisi kadınlara ekonomik bağımsızlık önerir, aile ortamının ve nikâh bağının kadını köleleştirmekten başka bir işe yaramadığını iddia ederler. Karl Marks şöyle der: "Ne ezeli bir hak vardır, ne de ezeli bir adâlet söz konusudur. Ortada sürekli değişen, değerler vardır. Bugün belli bir üretim biçiminin ekonomik ve maddi bir yansıması olduğu için erdem olarak sayılan şey, üretim biçimi, ekonomi ve hammaddeyle şekillenen dönemin değişmesiyle yarın rezillik olarak adlandırılabilecektir. Dine sarılmak feodal dönemde bir faziletti. Fakat sanayi döneminde donukluk, gericilik ve geri kalmışlığın simgesi olacaktır. Dinsizlik fazilettir. İffet, namus ise ileri bir sanayi toplumunda alay konusudur. Zira kadın ekonomik olarak müstakildir, erkeğe ihtiyacı yoktur. Çünkü Bati da sermayeye doğuda devlete dönüşen yeni ilah, insanların temizliği ya da günahkârlığıyla ilgilenmemektedir. İşin sonu ilgilendirmektedir onu." (Ömer Avde, El-Hatib, el Meaeletül-İçtimayye, s. 170)

 

Devam edecek