Kureyşli müşrikler, Hz. Resulûllah’ın peygamberliğini tasdik eden birçok mucizeye şahid oldukları hâlde, inkâr ve inatlarına devam ediyor; çoğu zaman da alay etme yoluna gidiyorlardı. Bununla beraber akıllarınca Resulûllah’ı güç durumda bırakmak niyetiyle göğe kadar varan bir merdiven, altından yapılmış binalar vb. şeyleri gerçekleştirmesini istiyorlardı.
27-09-2021Yine bir gün Ebu Cehil, ileri gelen birkaç müşrikle birlikte Hz. Peygamber’e gelerek; “Eğer hak peygambersen, şu ayı ikiye ayır da görelim” şeklinde bir teklifte bulundular. Ay ikiye yarıldığı takdirde iman edeceklerine söz verdiler.
Ay’ın bedir hâli; yani en açık göründüğü 14. gecesiydi. Hz. Peygamber, Ay’a şehadet parmaklarıyla işaret buyurdular. Ay bir anda ikiye ayrıldı. Allah Resulü üç defa; ‘Şahid olunuz!’ diye tekrar ettiler.
Bu açık mucize karşısında dahi inat ve inkârlarından dönmeyen müşrikler, dışarıdan gelen yolcuların da şehadetlerine rağmen, hakkı kabulden imtina ederek Allah Resulü’ne ‘sihirbaz’ deme cüretini göstermişlerdir. Kamer Sûresi’nin konu ile ilgili ilk ayetleri şöyledir: “Kıyamet yaklaştı. Ay ikiye bölündü. Hâlâ bir mucize görseler, yüz çevirip şöyle derler: Bu, devam edegelen bir sihirdir...”
Bu noktada şu hususa dikkat çekmemiz gerekmektedir: Benzerini diğer insanların meydana getirmekten âciz kaldığı mucizeler, Allah’ın, kudreti ile peygamberlerin ellerinden zuhur etmektedir. Keramet de, Allah’ın sevdiği bir kulunun elinde harikulade bir olayı yaratmasıdır. Dolayısıyla, harikulade şeyler, tamamen Allah’ın kudreti ile olur. Kulun herhangi bir tesiri yoktur. Çalışmak veya gayret sarfetmekle elde edilmez.
Diğer yandan, iman ‘gayba’ olur; görülen şeye zaten iman sözkonusu değildir. Bu sebeple şeytan, Allah’ı biliyordu, fakat Allah (c.c.) onu Adem’de gizlediği tecellisiyle imtihan etti. Bu mestur tecelliyi göremeyen şeytan, dış kabuğa takılarak; ‘Beni ateşten, onu ise topraktan yarattın’ (79 A'raf, 12) iddiasıyla, üstünlük taslayarak Adem’e secde etmemiştir.
İki hususu birleştirirsek, görürüz ki; müşrikler, sırf kendileri gibi yiyip içen, etten kemikten yaratılmış bir insan olduğu iddiasıyla, bu kadar şeref ve asalete sahip oldukları hâlde, bu gibi hâllerin kendilerinde zuhur etmeyişini kıskanarak bu noktada kendilerini ölçü ittihaz ettikleri için Hz. Peygamber’deki Hakk’ın tecellisini reddederek şeytanın yolundan gitmiş, küfür bataklığında boğulmuşlardır.
Şunu da hemen belirtelim ki; günümüzde bilhassa İslam’ın ilmini yapan, ilim ve ibadette yetişmiş bazı kimselere de nefisleri aynı oyunu oynayabilmektedir. Şöyle ki; çoğu zaman farkına varamayacağımız, ‘Bu kadar ilim ve ibadetime rağmen, bende görülmeyen hâller nasıl olur da başkasında zuhur eder’ şeklindeki gizli bir nefsî ses, bizi yanlış bir mecraya sürükleyebilir. Nefis, bizi kendimizi ölçü kılarak Cenab-ı Hakk’ın sevip seçtiği bir kulundaki tecellisini setredebilir. Hatta nefisimiz bir de bilgisizliğinden veya dikkatsiz liğinden dolayı, kullandığı kelimeleri seçemeyerek, ‘Falanca veli insan, şöyle olağanüstü birşey yaptı’ gibi sözler sarfeden bazı kimselerin sözlerini de kullanarak bizi inkâra daha kolay götürebilir.
Öyleyse, yegâne kudret sahibinin Allah olduğu noktasından hareket edilerek, “Kerâmât-ı evliyâ haktır”; “Velinin kerâmâtı Peygamberin mucizesini te’yid içindir” gibi kaideler derin bir şekilde tefekkür edilerek, hataya düşülmemesi gerekmektedir.
Prof.Dr. Haydar BAŞ Rahmeten li’l-Alemin cilt 1 Kitabı sayfa : 247 /249
Yazıyı hazırlayan: Gökhan Demir