ŞAKK-I KAMER MUCİZESİ…..

      Kureyşli müşrikler, Hz. Resulûllah’ın peygamberliğini tasdik eden birçok mucizeye şahid oldukları hâlde, inkâr ve inatlarına de­vam ediyor; çoğu zaman da alay etme yoluna gidiyorlardı. Bununla beraber akıllarınca Resulûllah’ı güç durumda bırakmak niyetiyle göğe kadar varan bir merdiven, altından yapılmış binalar vb. şeyle­ri gerçekleştirmesini istiyorlardı.

<ŞAKK-I KAMER MUCİZESİ…..

Yine bir gün Ebu Cehil, ileri gelen birkaç müşrikle birlikte Hz. Peygamber’e gelerek; “Eğer hak peygambersen, şu ayı ikiye ayır da görelim” şeklinde bir teklifte bulundular. Ay ikiye yarıldığı tak­dirde iman edeceklerine söz verdiler.

Ay’ın bedir hâli; yani en açık göründüğü 14. gecesiydi. Hz. Pey­gamber, Ay’a şehadet parmaklarıyla işaret buyurdular. Ay bir anda iki­ye ayrıldı. Allah Resulü üç defa; ‘Şahid olunuz!’ diye tekrar ettiler.

Bu açık mucize karşısında dahi inat ve inkârlarından dönmeyen müşrikler, dışarıdan gelen yolcuların da şehadetlerine rağmen, hak­kı kabulden imtina ederek Allah Resulü’ne ‘sihirbaz’ deme cüretini göstermişlerdir. Kamer Sûresi’nin konu ile ilgili ilk ayetleri şöyle­dir: “Kıyamet yaklaştı. Ay ikiye bölündü. Hâlâ bir mucize görseler, yüz çevirip şöyle derler: Bu, devam edegelen bir sihirdir...”

Bu noktada şu hususa dikkat çekmemiz gerekmektedir: Benze­rini diğer insanların meydana getirmekten âciz kaldığı mucizeler, Allah’ın, kudreti ile peygamberlerin ellerinden zuhur etmektedir. Keramet de, Allah’ın sevdiği bir kulunun elinde harikulade bir ola­yı yaratmasıdır. Dolayısıyla, harikulade şeyler, tamamen Allah’ın kudreti ile olur. Kulun herhangi bir tesiri yoktur. Çalışmak veya gayret sarfetmekle elde edilmez.

Diğer yandan, iman ‘gayba’ olur; görülen şeye zaten iman söz­konusu değildir. Bu sebeple şeytan, Allah’ı biliyordu, fakat Allah (c.c.) onu Adem’de gizlediği tecellisiyle imtihan etti. Bu mestur te­celliyi göremeyen şeytan, dış kabuğa takılarak; ‘Beni ateşten, onu ise topraktan yarattın’ (79 A'raf, 12) iddiasıyla, üstünlük taslayarak Adem’e secde etmemiştir.

      İki hususu birleştirirsek, görürüz ki; müşrikler, sırf kendileri gibi yiyip içen, etten kemikten yaratılmış bir insan olduğu iddiasıyla, bu kadar şeref ve asalete sahip oldukları hâlde, bu gibi hâllerin ken­dilerinde zuhur etmeyişini kıskanarak bu noktada kendilerini ölçü ittihaz ettikleri için Hz. Peygamber’deki Hakk’ın tecellisini redde­derek şeytanın yolundan gitmiş, küfür bataklığında boğulmuşlardır.

    Şunu da hemen belirtelim ki; günümüzde bilhassa İslam’ın ilmi­ni yapan, ilim ve ibadette yetişmiş bazı kimselere de nefisleri aynı oyunu oynayabilmektedir. Şöyle ki; çoğu zaman farkına varamaya­cağımız, ‘Bu kadar ilim ve ibadetime rağmen, bende görülmeyen hâller nasıl olur da başkasında zuhur eder’ şeklindeki gizli bir nefsî ses, bizi yanlış bir mecraya sürükleyebilir. Nefis, bizi kendimizi ölçü kılarak Cenab-ı Hakk’ın sevip seçtiği bir kulundaki tecellisini setredebilir. Hatta nefisimiz bir de bilgisizliğinden veya dikkatsiz­ liğinden dolayı, kullandığı kelimeleri seçemeyerek, ‘Falanca veli insan, şöyle olağanüstü birşey yaptı’ gibi sözler sarfeden bazı kim­selerin sözlerini de kullanarak bizi inkâra daha kolay götürebilir.

    Öyleyse, yegâne kudret sahibinin Allah olduğu noktasından ha­reket edilerek, “Kerâmât-ı evliyâ haktır”; “Velinin kerâmâtı Pey­gamberin mucizesini te’yid içindir” gibi kaideler derin bir şekilde tefekkür edilerek, hataya düşülmemesi gerekmektedir.

 

 

Prof.Dr. Haydar BAŞ   Rahmeten li’l-Alemin cilt 1 Kitabı sayfa : 247 /249

Yazıyı hazırlayan: Gökhan Demir