RESULÛLLAH’IN İSLAM’A DAVETİNİN MERHALE VE METODLARI…..

            İslam davetinde genel olarak dört devre geçirilmiştir:

<RESULÛLLAH’IN İSLAM’A DAVETİNİN MERHALE VE METODLARI…..

1. Üç yıl süren gizli davet dönemi.

2. Hicret’e kadar devam eden açıktan davet.

3. Müşriklerle savaşarak yapılan alenî davet (Hudeybiye’ye kadar).

4. İnkârcılarla ve putperestlerle savaşmak sûretiyle yapılan; ci­had hükmünün ve şeriatın son şeklini aldığı dönem.

Her merhale, diğerine bir basamak ve hazırlık teşkil edip; me­tod ve siyaset itibariyle farklılıklar arz ediyordu. Bir çocuğun ergin hâle gelinceye kadar nasıl değişik merhalelerden geçmesi gereki­yorsa, dinin tamamlanması için de değişik merhalelerden geçilmesi gerekiyordu.

Mesela, Resulûllah’ın davetinin başlangıcında, üç yıl müddetle gizli hareket etmesi şüphesiz kendi nefsi hesabına korktuğundan değildi.

   Eğer Allah (c.c.), O’na başlangıçta açık daveti emretmiş olsaydı, hiç düşünmeden açık davete geçerdi. Ne var ki; o devrede İslam’a meyli ve yatkınlığı olanlara tebliğde bulunmakla yetinildi. Çünkü, bu kimseler ileriki merhalelerde de güçlüklerle karşılaşınca sabır gösterebileceklerdi. İlk etapta açık davet yapılsaydı, İslam’a girenlerin sayısı belki kat kat fazla olacak, ancak bu insanlar zorluk ve eziyetler karşısında aynı süratle davayı terk edeceklerdi. Belki de, İslam’ın aleyhinde bir topluluk oluşacaktı.

İlk Müslümanların ruhî ve karakteristik yapısı irdelendiğinde, cilve-i İlahî gereği; ilk Müslüman olan ve bir sonraki safhada da­vaya hizmet edecek olan bu sahabilerin; çile ve meşakkat, aşk ve fazilet yönünden beklenen doğuşa adeta hazır oldukları görülecek­tir. Evet, onlar, asil ve büyük bir ruh ve fazilet üzereydiler. Öyle bir doygunluk içerisindeydiler ki, sanki dünyada tadılması gereken herşeyi tatmış ve bu dünyevî zevkler artık kendilerine hoş gelmez hâle gelmişti. Ölümü bekliyorlardı; fakat bekledikleri bu ölümün yeniden doğmak mânâsında bir ölüm olacağını biliyorlardı. Fazilet ve ahlakları da, içinde yaşadıkları topluma göre çok yüksek oldu­ğundan, bu vasıfları ile toplumdaki insanlara hiç benzemiyorlardı. Kısacası; onlar seçilmişlerdi.

Misal vermek gerekirse; Hz. Ebubekir, cahiliyet zamanında da doğruluğu ve iffetiyle, takvası ve faziletiyle tanınmış bir zâttı. Os­man b. Maz’ûn, İslamiyet’ten önce, içki kullanmaktan çekinirdi. Müslüman olduktan sonra, terk-i dünya ile mâruf oldu. Hatta; Re­sul-i Ekrem, onu terk-i dünyadan men etmişti. Suheyb-i Rûmî de böyleydi.

İlk Müslüman olanların altıncı veya yedincisi olan Ebuzer-i Gı­farî, İslamiyet’ten önce putlara ibadet etmekten vazgeçmiş bir zâttı. Ebuzer’in kardeşi Mekke’ye geldiğinde, Hz. Muhammed’i (s.a.v.) Kur’an okurken dinlemiş, sonra döndüğünde Ebuzer’e; “Öyle bir adam gördüm ki, O’na ‘atalarının dininden döndü’ diyorlar. Hal­buki O, insanları en güzel ahlaka davet ediyor. Sonra; bir şey oku­yordu ki, ne nazım, ne de nesir idi. O’nun düşünüşü ile senin dü­şünüşün birbirine benziyor” demişti. Bu sözler üzerine Mekke’ye koşan Ebuzer, ilk dinleyişte Müslüman olmuştu. Ebuzer dünyanın nimetine ve cefasına pek kulak asmayan, temiz bir hayat geçiren bir kimse idi. İşte bu şekilde; İlahî lutuf gereği, sanki İslam’dan önce de, İslam’ın sorumluluk ve yükünü taşımaya dayanabilecek vasıftaki bu insanlar, ilk çekirdek kadroyu oluşturacaktı ki; bu sağ­lam temel üzerine bina kurulsun ve çökmesin.

 

 

   Prof.Dr. Haydar BAŞ   Rahmeten li’l-Alemin cilt 1 Kitabı sayfa : 149 /151

    Yazıyı hazırlayan: Gökhan Demir