Onlarla öğüneceklerine ibret almalıydılar.....

"Çoklukla övünmek sizi o derece oyaladı ki, kabirleri dahi ziyaret ederek oradakileri de sayacak gibi oldunuz" (Tekasür: 1-2)

<Onlarla öğüneceklerine ibret almalıydılar.....

TÜRK-AZ HABER / EHL-İ BEYT

İmam Ali (a.s.) buyurdu ki: "Vay! Ne kadar uzak bir hedef, ne kadar gafil ziyaretçiler, ne kadar da büyük ve rüsva edici bir iş! Gidenlerin ibret noktası olan yerlerini bırakıp, kendilerinden çok uzaklardaki çürümüş ölülerle övünüyorlar. Atalarının mezarlarıyla mı, yoksa ölülerini de kendilerine katarak çokluklarıyla mı övünüyorlar?! Onlar adeta ruhsuz cesetlerin dönmesini ve durmuş cisimlerin harekete geçmesini istiyorlar. Oysaki onlarla öğüneceklerine onlardan ibret almaları daha güzel olmaz mıydı? Onların durumunu görünce tevazu göstermeleri, onlarla büyüklenmekten daha akıllıca bir iş olurdu!

Ama onlar atalarına iyi görmeyen gözlerle bakmaktalar ve onlar hakkında cehalet uçurumuna yuvarlandılar. Eğer, şu yıkılmış diyarlar ve şu boş evler, ataları hakkında konuşturulacak olsaydı; "Atalarınız yerin dibine sapık olarak gittiler, siz de peşlerinden cahilce koşturdunuz. Onların başlarının üzerinde dolaşıyorsunuz. Cesetlerine ekinler ekiyorsunuz. Onların geride terk edip bıraktıklarını yiyorsunuz. Eskitip bıraktıkları yerlerde oturuyorsunuz.Kuşkusuz ki günler, sizinle onlar arasında ağlamakta ve sizin için çığlıklar koparıp dövünmektedir." derlerdi.

Onlar, sizin de sonunuz olan ölüme sizden önce koştular ve sizden önce kabir âlemine ulaştılar. Onların yüksek yüksek makamları, övünecek vesileleri vardı. Kimisi sultandı; kimisi de halktandı, ama hepsi de kabir âleminde bir yola girdiler ve orada yeryüzü onlara musallat oldu. Kabir toprağı ederini yedi, kanlarını içti; hepsi de kabirlerinin yarıklarında büyüyüp gelişmeyen cansızlar ve bulunamayan kayıplar haline geldiler. Onları ne belaların gelmesi korkutur, ne sıkıntıların basması hüzünlendirir. Sarsıntılara aldırmıyorlar, gök gürültülerini duymuyorlar. Beklenilmeyen kayıplar, hazır bulunmayan şahitlerdirler. Hepsi bir arada idiler, ama darmadağın oldular, toplu idiler, ama parçalara bölündüler. Onlardan bir haber gelmemesine ve diyarlarının sessizliğe bürünmesine ne asırların uzunluğu, ne de yerlerinin uzaklığı sebep oldu. Fakat onlara bir kadeh içirildi de o kadeh, konuşmalarını sessizliğe, işitmelerini sağırlığa ve eylemlerini hareketsizliğe dönüştürdü. İlk bakışta nitelendirmek istersek adeta yere düşmüş ve derin bir uykuya dalmış gibidirler.

Sanki ünsiyetleri olmayan komşular, birbirini ziyaret etmeyen dostlar, aralarındaki tanışıklık bağları yok olmuş yakınlar, kardeşlik bağları kopmuş kimseler gibidirler. Bir arada olmalarına rağmen hepsi yapayalnız ve yakın oldukları halde birbirinden uzaktırlar. Ne geceye bir gündüz ve ne de gündüze bir gece tanırlar. Kabre girdikleri o gece veya gündüz, onlara ebedidir. O diyarın tehlikelerini, korktuklarından daha zor gördüler. Tahmin ettikleri delillerden daha büyüklerine şahit oldular. Cennet de cehennem de kendilerine korku ve ümitle (havf ve reca) işledikleri ameller karşılığında ebedi karargâh olarak sunulmuştur. Eğer orada gözle gördüklerini anlatmak isteselerdi, izah etmeye güçleri yetmez, aciz kalırlardı.