MÜŞRİKLERİN AKILLARI ALMIYOR…..

  Allah Resulü, Ümmühani Hatun’un evine dönüp Mi’rac olayını anlatınca, Ümmühani; “Bunu halka açma; onlar seni yalanlarlar ve üzerler” dedi. O da; “Allah’a yemin olsun ki, bunu onlara anlataca­ğım” diyerek, tebliğdeki kararlılığını gösterdiler.

<MÜŞRİKLERİN AKILLARI ALMIYOR…..

Hemen, Kâbe’nin Hatim denilen yerine gitti ve müşriklere İsrâ hadisesini anlattı; şaşırdılar.

Bu yolculuğun, deve ile en az iki ay sürmesi gerektiğini söyle­yerek inanmadılar. Gecenin kısa bir vaktinde böyle bir yolculuğun gerçekleşmiş olması onlara göre mümkün değildi. Müşrikler; “De­lilin nedir?” diye sordular.

Ebu Cehil sokuldu; laf almaya çalıştı. Sonra bütün avanesini toplayıp istihza ederek olayı Resulûllah’tan tekrar anlatmasını iste­di. Allah Resulü anlatınca da kimse inanmadı.

Allah Resulü’ne ilk anda inanan sadece Hz. Ebubekir (r.a.) oldu. Böylece “Sıddık” unvanını aldı. Şeksiz-şüphesiz tasdik eden bir insan olmanın verdiği güvenle, “Vallahi, ben O’nu, bundan daha uzak olanında, gece veya gündüzün herhangi bir saatinde kendisi­ne semadan haber geldiğini bana haber veriyor da ben herşeyimle tasdik ediyorum” dedi ve çevrelerini saran müşriklerin hafsalasını çatırdatmak için Allah Resulü’ne bazı sorular sordu. Çevredekiler de Beytü'l-Makdis ile ilgili sorular yönelttiler. Bütün sorulara ve­rilen cevapların doğru olduğunu gördüklerinde, şaşkınlıkları daha da arttı.

Kureyş müşrikleri, ticaret yapıp dönen kafileyi sordular. Allah Resulü, onları gördüğünü, hatta kaplarından su içtiğini haber ver­di. Kervandaki çobanların sayısına varıncaya kadar verdiği bütün bilgilerin doğru olduğunu anladıklarında; “Bu, sadece bir sihirdir” demeye başladılar ve nefisleri imanlarına mâni oldu.

Mi’rac hakkındaki birtakım soruların, bakış açılarına göre de­ğiştiği muhakkaktır. Bu arada İslam’ı, Batı kültürü standartlarına göre değerlendiren şarkiyatçıların Mi’rac mucizesini akıllar üstü karakterinden uzaklaştırmaya çalıştıkları bir gerçektir. Bu cümle­den olarak, büyük çoğunluktaki ulemâ kadrosunca kabul görmüş ve Müslümanların mânâ dünyasında yerini almış Mi’rac mucizesi­nin zayıf rivayetler ve kavillerle bulandırılmaya çalışıldığı da esef­le müşahade edilmektedir. Bu meyanda, Mi’rac’ın keyfiyetine geç­meden önce, “Allah’ın mekânı var mı ki, Hz. Peygamber (s.a.v.) O’nunla görüşsün?” sualinin cevabını hülasa etmek uygun olur.

Cenab-ı Hakk’ın elbette mekânı yoktur. O, mekânın mekânı, za­manın da zamanıdır. Durum bu olunca, zamandan ve mekândan münezzeh olup, her an hazır ve nazırdır. O hâlde, Cenab-ı Vacibu’l- Vücud’suz bir mekân ve zaman da tahayyül edilemez. Ve O’na bir mekân da tahsis edilemez. Ancak Cenab-ı Hak, her yerde her za­man, dilediği şekilde tecelli eder, kendini müşahade ettirir. O’nun kendini dilediği mekânda müşahade ettirmesi, O’na mahsus bir mekânın olduğunu değil, yukarıda belirttiğimiz ölçülerde olduğu gibi, sadece o mekânda varlığını tecelli ile izhar etmesidir.

   Mesela, Hz. Musa’ya Tur Dağı’nda, dağdan tecellisini göster­mesi ve yine Mukaddes Vadi’de ağaçtan tecelli edip O’nunla ko­nuşması, Cenab-ı Hakk’ın tecellisi için bir mekân seçmesi, O’na bir mekân tayin ve tahsis etmeğe sebep olmaz. Hâl böyle olunca; Mi’rac’daki tecelli ile Fahr-i Kâinat’ın Cenab-ı Hak ile konuşma­sında da Allah (c.c.) için bir mekân tahsisi söz konusu değildir.

 

Prof.Dr. Haydar BAŞ   Rahmeten li’l-Alemin cilt 1 Kitabı sayfa : 303 /305

Yazıyı hazırlayan: Gökhan Demir