Allah Resulü, Ümmühani Hatun’un evine dönüp Mi’rac olayını anlatınca, Ümmühani; “Bunu halka açma; onlar seni yalanlarlar ve üzerler” dedi. O da; “Allah’a yemin olsun ki, bunu onlara anlatacağım” diyerek, tebliğdeki kararlılığını gösterdiler.
13-10-2021Hemen, Kâbe’nin Hatim denilen yerine gitti ve müşriklere İsrâ hadisesini anlattı; şaşırdılar.
Bu yolculuğun, deve ile en az iki ay sürmesi gerektiğini söyleyerek inanmadılar. Gecenin kısa bir vaktinde böyle bir yolculuğun gerçekleşmiş olması onlara göre mümkün değildi. Müşrikler; “Delilin nedir?” diye sordular.
Ebu Cehil sokuldu; laf almaya çalıştı. Sonra bütün avanesini toplayıp istihza ederek olayı Resulûllah’tan tekrar anlatmasını istedi. Allah Resulü anlatınca da kimse inanmadı.
Allah Resulü’ne ilk anda inanan sadece Hz. Ebubekir (r.a.) oldu. Böylece “Sıddık” unvanını aldı. Şeksiz-şüphesiz tasdik eden bir insan olmanın verdiği güvenle, “Vallahi, ben O’nu, bundan daha uzak olanında, gece veya gündüzün herhangi bir saatinde kendisine semadan haber geldiğini bana haber veriyor da ben herşeyimle tasdik ediyorum” dedi ve çevrelerini saran müşriklerin hafsalasını çatırdatmak için Allah Resulü’ne bazı sorular sordu. Çevredekiler de Beytü'l-Makdis ile ilgili sorular yönelttiler. Bütün sorulara verilen cevapların doğru olduğunu gördüklerinde, şaşkınlıkları daha da arttı.
Kureyş müşrikleri, ticaret yapıp dönen kafileyi sordular. Allah Resulü, onları gördüğünü, hatta kaplarından su içtiğini haber verdi. Kervandaki çobanların sayısına varıncaya kadar verdiği bütün bilgilerin doğru olduğunu anladıklarında; “Bu, sadece bir sihirdir” demeye başladılar ve nefisleri imanlarına mâni oldu.
Mi’rac hakkındaki birtakım soruların, bakış açılarına göre değiştiği muhakkaktır. Bu arada İslam’ı, Batı kültürü standartlarına göre değerlendiren şarkiyatçıların Mi’rac mucizesini akıllar üstü karakterinden uzaklaştırmaya çalıştıkları bir gerçektir. Bu cümleden olarak, büyük çoğunluktaki ulemâ kadrosunca kabul görmüş ve Müslümanların mânâ dünyasında yerini almış Mi’rac mucizesinin zayıf rivayetler ve kavillerle bulandırılmaya çalışıldığı da esefle müşahade edilmektedir. Bu meyanda, Mi’rac’ın keyfiyetine geçmeden önce, “Allah’ın mekânı var mı ki, Hz. Peygamber (s.a.v.) O’nunla görüşsün?” sualinin cevabını hülasa etmek uygun olur.
Cenab-ı Hakk’ın elbette mekânı yoktur. O, mekânın mekânı, zamanın da zamanıdır. Durum bu olunca, zamandan ve mekândan münezzeh olup, her an hazır ve nazırdır. O hâlde, Cenab-ı Vacibu’l- Vücud’suz bir mekân ve zaman da tahayyül edilemez. Ve O’na bir mekân da tahsis edilemez. Ancak Cenab-ı Hak, her yerde her zaman, dilediği şekilde tecelli eder, kendini müşahade ettirir. O’nun kendini dilediği mekânda müşahade ettirmesi, O’na mahsus bir mekânın olduğunu değil, yukarıda belirttiğimiz ölçülerde olduğu gibi, sadece o mekânda varlığını tecelli ile izhar etmesidir.
Mesela, Hz. Musa’ya Tur Dağı’nda, dağdan tecellisini göstermesi ve yine Mukaddes Vadi’de ağaçtan tecelli edip O’nunla konuşması, Cenab-ı Hakk’ın tecellisi için bir mekân seçmesi, O’na bir mekân tayin ve tahsis etmeğe sebep olmaz. Hâl böyle olunca; Mi’rac’daki tecelli ile Fahr-i Kâinat’ın Cenab-ı Hak ile konuşmasında da Allah (c.c.) için bir mekân tahsisi söz konusu değildir.
Prof.Dr. Haydar BAŞ Rahmeten li’l-Alemin cilt 1 Kitabı sayfa : 303 /305
Yazıyı hazırlayan: Gökhan Demir