Peygamberimiz, Nahle mevkiinde birkaç gün kaldıktan sonra, Mekke’ye yöneldi. Kureyş’in, Kendisini kolaylıkla Mekke’ye sokmayacağını iyi bilen Resul-i Ekrem, Hira’ya varınca birisini göndererek müşrik olan Mut’im b. Adiyy’in himayesini istedi.
08-10-2021O zamanın âdetine göre, ancak birisinin himayesi altında şehre girmesi gerekiyordu. Mut’im, isteğini kabul ederek, oğullarını silahlandırdı. Kendisi de beraber olmak üzere, oğullarıyla birlikte Hz. Peygamberi Hira’dan alarak Mekke’ye getirdiler.
Müşriklerin kötü nazarına rağmen, Mut’im b. Adiyy’in bu şekildeki yardımını Allah Resulü ve inananlar hiçbir zaman unutmamışlardır.
Onun oğlu olan Cübeyr, Bedir esirlerini istemeye geldiğinde Hz. Resul; “Eğer baban hayatta olsa aynı şeyi rica etseydi, şüphesiz ki ben, şu kokmuş herifleri kendisine bağışlardım” şeklindeki mukabelesiyle minnettarlığını ve vefakârlığını ortaya koymuşlardır.
Bu şekilde çilelerle tamamlanan Taif yolculuğu, birçok hikmeti de üzerinde taşımaktadır.
HİKMETLER
Peygamber Efendimiz, Mekke’de İslam’a vatan bulamayınca, yeni bir vatan ve müntesib aramaya koyulmuştur. Taif, bu aranılan vatanlardan biridir.
Esasen mü’minin vatanı, inancını yaşayabildiği yerdir. O ancak, böyle bir mekânda huzur bulabilir. Aksi takdirde, onun huzur bulup rahat etmesi imkânsızdır. İslam’ın tebliğ edilmesi, emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker, bu mukaddes vatanı oluşturacaktır. Böyle bir vatan için ölme, en büyük rütbe olan şehitiği kazandırır. Böyle bir vatan için gayret ve himmet etmek de ibadettir. Müslümanın, bu üstün gayeye hayatını vakfetmesi farzdır. Vakfedebildiği kadarıyla hür olabilir ancak; yoksa esaret ve zillet sözkonusu olur.
Öyle devirler yaşanır ki; o devirlerde mü’minin ‘Allah’ demesi, namaz kılması, yardımlaşması, biraraya gelmesi, kısaca her davranışı, büyük bir ihanetmiş gibi değerlendirilir, hatta vatan haini muamelesi bile görebilir. Nitekim Cenab-ı Peygambere; atalarının yolunu, din ve törelerini inkâr ediyor diye meczup, deli ve hain damgaları vurularak nice iftiralar atılmıştır.
İşte bunun içindir ki Fahr-i Âlem Efendimiz; inandıklarını yaşayacağı bir vatan bulmak üzere Hz. Zeyd ile birlikte Taif’e hicret etmişlerdir.
En kötü şartlarda dahi İslam’ı tebliğ vafizesinin devam etmesi gerektiğini görmekteyiz. Şartlar ne olursa olsun, Müslüman, dinini tebliğe memurdur. Müslüman zorluklardan kaçıp İslam’ı tebliğden uzaklaşamaz; tâviz vererek rahat yaşayamaz. Zira, onun gayesi, tebliğ ve irşaddır. Ortam ne kadar namüsait olursa olsun, Müslüman, bu vazifesini îfâ etmeye gayret gösterir.
Taif’te, gerek dil ile gerekse taş atılarak kendisine en elîm işkencelerin uygulanmasına rağmen Allah Resulü’nün, irşad ve tebiğden ayrılmaması bu vadide en güzel örneklerden birisidir.
Hz. Zeyd’in teslimiyet ve fedakârlığı ne güzel örnektir! Taif’te halk Hz. Peygamberi taşlarken, o, atılan taşların önüne durup Allah Resulü’ne siper olmuştur.
Hz. Peygamberi yalnız bırakmaması, O’nun etrafında âdeta pervane olması, İslam davasını taşıyan kadroların merkezle birlikte aynı çile ve meşakkate ortak olması gerektiğine işaret ediyor.
Demek ki her mü’min, davanın liderine böylesine bir sevgi ve muhabbetle sahip çıkmalı; böylesine bir fedakârlığı gereken her durumda sergileyebilmelidir.
Hz. Peygamber, Cebrail (a.s.)’ın Taif halkının helakını teklif etmesine rağmen, o ıstıraplı anlarında bile onlara Allah’tan rahmet dileyerek; “Ya Rabbi! Bu kavim Seni ve Beni bilmez. Sen onlara hidayet nasib eyle” şeklinde dua etmişlerdir.
Demek ki; mü’min, ne derece çile çekerse çeksin, Allah’ın dinine hizmette muhatabına rahmet kaynağı olması lazımdır. Bu noktada kin, intikam, adavet, nefret ve buğz onun dünyasında bulunamaz. O, herşeyi Allah için, Allah adına yapar.
Yine Hz. Peygamberin duasından anlıyoruz ki; her devirde İslam’a karşı olanlar, bilmediklerinden dolayı karşıdırlar. Cehaletlerinden dolayı muhalefet etmektedirler. Öyleyse; cehaleti Hakk’ı tanımasına mâni olan herkes için bu hâllerinden anlayıp kuşatıcı bir eda ile duada bulunmak ve tebliğ etmek; bu sûretle İslam’a yönelmelerine yardımcı olmakla mükellef bulunmaktayız.
Rabiaoğulları, iman etmedikleri hâlde; şefkat ve merhamet duyguları kabarmış, köleleri ile üzüm göndermişlerdir.
Onların bu davranışı, bize şunu göstermektedir: İman etmemiş olsa da insan, taşıdığı ruh yönüyle ve asıl itibarıyla hayra ve doğruya fıtraten meyyaldir. Hangi şartlarda olursa olsun insanın, bu ana vasfının açığa çıkacağını, yani insanın insanlığına sahip çıkacağını düşünmek lazımdır. Merhamet, şefkat, sabır, kanaat, yardım nev-i beşerin insanî yönüdür. Taif halkının şiddetli tutumuna rağmen Rabiaoğullarının merhamet göstermesi bu türden bir örnektir.
O hâlde; İslam davetçisi, muhatabında aslolanın hayır ve güzellik olduğunu asla unutmamalı; bütün davranışlarında insanî münasebetlere yer vererek muhatabının insanî yönlerinin açığa çıkmasına yardımcı olmalıdır.
Addas’ın Müslüman olması da başlıbaşına bir hikmettir. Peygamber Efendimizin, Allah’ın adı ile üzümleri yemeye başlaması Addas’ın dikkatini çekiyor. Bunun üzerine, hidayete vesile olucu sohbet başlıyor. Hz. Peygamber Hz. Addas’a nereli olduğunu sorup, Ninovalı olduğunu öğreniyor. Allah Resulü, hemen bu münasebetle bağ kurarak Yunus (a.s.) için; “O Benim kardeşimdir” buyuruyor. Onun da, kendisinin de peygamber olduklarını beyan ediyor. Bu söz üzerine Addas, Müslüman oluyor.
Buradaki incelik, davetçinin muhatabıyla ilgi ve bağ kurması; sevilende ortak olması ve neticede bir ve beraber olabilmesidir. Hz. Yunus’u seven Addas, O’na kardeş olan Hz. Muhammed’e de bir anda ısınıp O’na ümmet oluyor.
Öyleyse her mü’min; tebliğ ve irşadda muhatabı ile böylesine bir sevgi bağı kurmalı, ona seveceği meşru bir ittifak içerisinde yönelerek, İslam’a ısındırmalıdır.
Resulûllah’ın cinlere İslam’ı tebliğ etmesi; cinlerin de insanlar gibi mükellef olduğuna ve Hz. Peygamberin de bütün âlemlere rahmet olmak üzere peygamber kılındığına delil ve işaret olmaktadır.
Prof.Dr. Haydar BAŞ Rahmeten li’l-Alemin cilt 1 Kitabı sayfa : 283 /288
Yazıyı hazırlayan: Gökhan Demir