MEDİNE’DE MESCİD YAPILMASI....

   Hicret, bir devlet kurma hareketi idi. Resulûllah (s.a.v.), kura­cağı devlet için bir mescidin şart oluduğunu biliyordu. Bunun için, ilk olarak Medine’ye geldiğinde devesinin çöktüğü araziyi mescid için kullandı. İki yetim çocuğa ait olan bu araziyi Resulûllah sa­tın almıştı. Burada, gölgelik olacak kadar bir çatı taşıyan, sade bir mescid yaptı. Hz. Peygamber, mescidin inşasında bilfiil çalışmış, kerpiç taşımışlardır.

<MEDİNE’DE MESCİD YAPILMASI....

Mescid-i Nebevî, sadece cemaatle namaz kılmak için kullanılmı­yordu. Müslümanların her türlü dinî ve dünyevî ihtiyaçları (sohbet, nikâh, ihtilafların çözümü vs.) çoğu zaman burada karşılanıyordu. Mescid bir eğitim ve öğretim yeri idi. Aynı zamanda, dışarıdan ge­len temsilcilerle Allah Resulü burada görüşüyorlardı.

Böylelikle mescid hem manevî eğitim ve birliğin tesis edildiği merkez, hem eğitim ve öğretemin icra edildiği bir mektep, hem de devlet işlerinin görüşüldüğü bir hükümet konağı olma vazifesi görüyordu.

   Allah Resulü’nün, bir mescid yapımını ilk iş telakki ederek ve kendisi de bizzat çalışarak kısa zamanda bu mescidi tamamlaması; mescidin İslam’da ne kadar önemli bir yeri olduğunu göstermek­tedir.

Ayrıca, yaptığı mescidi sade kılıp, göreceği vazifeleri ulvi tu­tan Allah Resulü, bu tavırlarıyla, günümüz Müslümanına da âli bir ufuk çizmektedirler. Demek ki, Müslüman, dişinden tırnağın­dan artırarak Allah rızası için yükselttiği mescidlerin tezyinatını sade tuttuğu gibi; bu mescidde Allah için kardeş olmayı, Allah için gözyaşı dökmeyi, Allah için eğitim öğretim yapmayı, Allah için zikretmeyi, herşeyin üzerindeki bir hedef olarak görmeli ve tatbik etmelidir. Ancak bu takdirde, Allah Resulü örnek alınmış, ancak bu takdirde Allah’ın evine değer verilmiş ve böylelikle Rabbimizin rızası alınmış olur.

                                          EZAN

    Hz. Peygamber (s.a.v.), Müslümanları cemaatle namaza topla­mak için bir çare düşündü. Bu hususta Ashab-ı Kiram’la müşavere etti. Ashabtan bazıları Hıristiyanlarda olduğu gibi çan çalınması­nı, bazıları da Yahudiler gibi boru öttürülmesini ileri sürdüler. Hz. Peygamber, bu tekliflerin hiçbirinden hoşnut kalmadı. Bir rivayet­te, “lisan-ı vahyin talimi üzerine ezan-ı şerifin sıygası, şekli tesbit olunmuş ve Bilal-i Habeşî tarafından ilk ezan okunmuştur.” Bazı rivayetlerde, ezanın Abdullah b. Zeyd tarafından teklif olunduğu ve onun buna dair bir rüya gördüğü naklolunur. Diğer bir rivayette, Hz. Ömer’in de buna mümâsil bir rüyasından bahsolunmaktadır. Aynı hadise hakkında, birbirini te’yid eden rüyalar görülmüş olma­sı mümkün olduğundan, bu rivayetler arasında bir ayrılık yoktur, diyebiliriz.

Ezan, hem namaz vaktinin geldiğini ilan eder, hem de Müslü­manlık esaslarının neşrine yardımcı olur. Bir nevi dine davettir. Din hürriyetinin bir alametidir. Mekke’de tazyik altındayken ezan okunamazdı. Medine’de hürriyete kavuşunca ezan başladı ve dinî hürriyetin sembolü oldu. Düşman istilasında kalan Müslüman top­raklarında işlenen ilk zulüm ezanı men etmek olur. Çünkü, ezan bir paroladır. Müslümanların hürriyet ve birlik alametidir.

Hz. Peygamberin müezzini olmak şerefi Bilal-i Habeşî’ye nasip olmuştur. Sesi gayet güzeldi. Neccaroğullarından bir kadının, mes­cidin yanıbaşında yüksek bir evi vardı. Bilal onun damına çıkar, tatlı sesiyle beş vakit ezanı okurdu. Her sabah seher vaktinde Me­dine halkı, Bilal’in hoş nağmeleriyle, ‘Allahuekber… Lailahe illal­lah’ sadâlarıyla uyanırlar, huşû içinde Allah’a ibadete koyulurlardı. Hazret-i Bilal’in hoş, ahenk ve tatlı nağmelerle günde beş vakit okuduğu ezan sesleri, günün muayyen saatlerinde dalga dalga her tarafa yayılır, akıp giden hayatın kulağına Allah’ın varlığını, birli­ğini söyler, kâinata Allah’ın tevhid dinini ilan ederdi. Günde beş defa, yeni dinin esasları, Medine havasının ihtizazlariyle kulaklara ulaşır, çağlara yüce hakikatı fısıldardı. “Allahuekber” (Allah en bü­yüktür, O, ulular ulusudur) diye başlayan bu dine davet, Allah’ın varlığına ve birliğine, Hz. Muhammed’in hak peygamber olduğuna şehadet ederek iman sahiplerini namaza ve niyaza, bütün insanlığı da felaha davet eder ve şu yüce hakikatı ilan ederdi: “Lailahe illal­lah” (Allah’tan başka ilah yoktur).

İslam’ın güzelliği ve yüceliği, her emrinde olduğu gibi ezanda da gayet açık olarak görülmektedir. Çan çalmak, boru öttürmek, ateş yakmak gibi cansız ve heyecansız şeylere bir bak. Bir de mi­narelerden yükselen ezan sesine kulak ver. Ezandaki yüksek mânâ­ların, ruhları okşayan tatlı nağmelerin seni bu fâni âlemin üstüne, maveraya çekip götürdüğünü duyarsın. İşte ezanın verdiği dinî şuur budur.

Müezzinlerin piri olan Hz. Bilal-i Habeşî, Asr-ı Saadet’te Hz. Peygamberin müezzini olarak yaşamıştır. Peygamberimizin ir­tihalinden sonra eski günleri hatırlayarak çok mahzun olurdu. Medine’nin herşeyi ona, candan bağlandığı büyük Peygamberi ha­tırlatırdı. Bu hüzün havasından biraz uzaklaşmak için Suriye taraf­ larına gitmişti. Hz. Ömer, Şam’a geldiğinde Bilal o müessir sesiyle bir defa ezan okumuş, bütün İslam mücahidleri ağlamışlardır. Bilal bir aralık Medine’ye ziyarete gelmiş, Peygamber Efendimizin pek sevgili torunu Hz. Hüseyin’in ricası üzerine Peygamber zamanında okuduğu gibi o yanık sesiyle bir sabah ezanı okumuştu. Bilal’in sesini duyan Medine halkı, Resulûllah tekrar aralarına dönmüş gibi heyecanlı anlar yaşamışlar, eski günlerin yâdıyla gözlerinden yaş­lar dökerek tatlı hatıraları canlandırmışlardır. Dinî şuur ve heyecan, ne tatlı bir haz kaynağıdır!

 

Prof.Dr. Haydar BAŞ   Rahmeten li’l-Alemin cilt 1 Kitabı sayfa : 405 /409

Yazıyı hazırlayan: Gökhan Demir