Takva ehli olmak Allah’tan korkmaktır. Allah’ı sevmektir. “O’nun muhabbetini kaybedeceğim” endişesini insanın kendi derûnunda, ruhunda, nefsinde yaşaması demektir. Cenâb-ı Hakk bunu yaşayan kulun kalp gözünü açıyor. Basiretini açıyor
28-11-2024Takva ehli olmak Allah'tan korkmaktır. Allah'ı sevmektir. "O'nun muhabbetini kaybedeceğim" endişesini insanın kendi derûnunda, ruhunda, nefsinde yaşaması demektir. Cenâb-ı Hakk bunu yaşayan kulun kalp gözünü açıyor. Basiretini açıyor.
Bu durumda o kul, hakkı bâtıldan ayırt etme ölçülerini tek tek yakalıyor. Böylece yanlışa düşmekten, Cenâb-ı Hakk tarafından ihsan edilen ölçü ile kendini koruyor.
Ama sadece "Ben bu işi anlarım, akıl yoluyla kavrarım, hâllederim" demek sûretiyle taat ve ibâdetten uzak olur ise, çok ciddi badirelere düşer. O badirelere düştüğü zaman da aslolan itikadını, imanını kaybeder. Kazanacağım derken bu sefer hüsrana uğrar.
Yine Cenâb-ı Hakk Kur'ân-ı Kerim'de; "(Resûlüm!) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak ulu'l-elbâb/kalp ehli bunları hakkıyla düşünür" buyuruyor.
Bilen doğruyu yapar gerçek üzere gider. Ama bilmeyene sıra gelince, bilmediği için hiçbir şey yapmaz. Veya her şeyin yanlışını yapabilir. Doğru yaptıkları da tesadüfîdir. Doğru yaptıkları bazen Allah'ın lutfu ile tevafuk olur. Yoksa cahilin faydası yoktur, zararı vardır. Bu sebeplerle olsa gerektir ki; "Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: 'Cennet bahçelerine uğradığınız zaman faydalanın!'
Dediler ki: 'Ey Allah Resûlü! Cennet bahçeleri nedir?'
Şöyle buyurdu: 'Âlimlerin meclisleri.'"
İbâdet, aslında Allah'ı tanıma, bilme ilmidir. Esasen insanın Allah'ı arayışı aklî değildir. Yani akılla Allah aranmaz. İnsanın Allah'ı aradığı organı kalbidir. İnsan kalp boyutunda Rabbini arar. Akılla belki çok mantıklar kurulur ama akıl Allah'ı anlamaz. Allah'ı anlatamaz.
Akıl Allah'ın ne olduğunu değil, ne olmadığını bilir. Bir şeyin ne olduğunu anlayabilmek için onu kuşatması lazımdır. Veya ondan ona yansımalar olması lazımdır. Akıl haddi zâtında bu tecellilerden mahrumdur.
Akıl Cenâb-ı Hakk'ın yarattıklarının tecellilerine muhataptır. Oradan geçiş yaparak, kıyas yoluyla, "Bu budur, bu da böyle olmalıdır" der.
Aklın mercii, şahidi organlardır. Gözdür, kulaktır, dildir, vesairedir. Bunlar da tam tekemmül ederek şahitliklerini yapmadıkları için de yanılma payları vardır. Kulağın yanılma payı vardır, gözün yanılma payı vardır, tatmanın yanılma payı vardır.
Bir madde saniyenin altıda biri zamanda elektromanyetik yayın yaptığı zaman göz bunu görür. Saniyenin üçte biri zamanda bu yayın yapılırsa göz bunu algılayamaz. Mesela gözle rüzgârı algılayamıyoruz. Ama başka bir duyguyla algılıyoruz.
Cenâb-ı Hakk'ın yarattığı bazı varlıklar vardır, melekler, cinler gibi... Biz bunları gözle göremesek de bunların varlığı hakikattir. Bunları gözle göremeyen insan onların varlığını inkâr etme yoluna gidiyor.
Yine saniyede yirmi dalga boyunun altındaki sesleri kulak algılıyamıyor. Ama yirminin altında ya da yirmi binin üstünde öyle sesler vardır ki, bunları algılayamayan insan bunlar yok zannediyor.
Kısaca, biz akılla Allah'ı anlayamayız. Allah'ı tanıyacak olan kalptir. Ayine-i İlâhî insanların kalbidir. Allah kulunun kalbine tecelli eder. Tecellinin Türkçe'deki karşılığı yansımaktır.
Bir ışık hüzmesini veya herhangi bir maddeyi aynaya tuttuğumuzda ayna bunu gösterir. Aynadaki gölge gibi, kalpte İlâhî tecelli böyle zuhûr eder. İnsan ibâdetle bu tecelliyi yakalar. İbâdetle O'nunla beraber olur.
Cenâb-ı Hakk âyet-i kerimede; "Öyle ise siz Beni (ibâdetle) anın ki Ben de sizi anayım. Bana şükredin; sakın Bana nankörlük etmeyin!" buyuruyor.
Ebû Hureyre'den; "Allah buyurdu: Kim Benim dostlarımdan birisine düşmanlık ederse, ona karşı savaş ilân ederim. Hiçbir kulum, kendisine farz kıldığım ibâdetlerden daha sevimli başka bir şeyle Bana yakın olmamıştır. Kulum, nâfile ibâdetlerle devamlı olarak Bana yakınlaşırsa, sonunda Ben de onu severim, o zaman kulumun işitir kulağı, görür gözü, tutar eli ve yürür ayağı olurum. Kulum Benden bir şey isterse veririm, Bana sığınırsa şüphesiz korurum."
O kul artık Allah'ın nuruyla bakmaya başlar: "Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: Mü'minin ferâsetinden sakının. Çünkü o, Allah'ın nuru ile bakar."
Allah'ı bilme yolu okumak da değildir. Bir insan ne kadar okursa okusun ârif olamaz. Ârif demek Allah'ı bilen demektir.
Kul, zikrullah ile Allah'ın güzel isimlerini anmakla, Kur'ân âyetlerini okumakla, kalbe tecelli eden Zât-ı Bâri'nin gerek sıfatından, gerek esmasından, gerek ef'alinden Allah'ı tanır.
Cenâb-ı Hakk, Kur'ân-ı Kerim'de; "Ey iman edenler! Eğer Allah'tan korkarsanız, O size iyi ile kötüyü ayırt edecek bir anlayış verir, suçlarınızı örter ve sizi bağışlar. Çünkü Allah büyük lutuf sahibidir" buyuruyor.
Peygamber Efendimiz de; "Bildikleri ile amel edeni Allah bilmediklerine vârisçi kılar" buyuruyor. Yani ibâdette, taaatte ısrar edince, bildikleri ile amel edene Allah bilmediklerini öğretir.
İnsan Allah'ı kalbî boyutta tanır. O'nu ne kadar fazla tanırsa, huzuru, mutluluğu o kadar fazla olur. Bu insanın maddî âlemde sıkıntısı ne kadar fazla olsada onun kalbi çok geniştir.
Maddî âlemde her ne sıkıntı gelirse gelsin Yaratandan geldiğini bildiği için kalbi huzurlu olur. Sabreder, kanaat eder, tevekkül eder, tefekkür eder. İz'an sahibi, iman sahibi, merhamet sahibi olur. Cenâb-ı Hakk'la ne kadar irtibat kurarsa o kadar O'nun ahlâkına bürünür.
Yani ne kadar fazla Allah'ı, itaatle-ibâdetle anıp, köprüleri geliştirirse, feyiz huzmeleri onun kalp dünyasını, gönül dünyasını o ölçüde ihata eder, kuşatır. İşte o tanıma, bir hastalık gibi, bir sevinç gibi, fevkalade bir tutku gibi o kulu sarar. O zaman her şeyde Rabbini görür.
Allah'ın, kulunun kalbine tecelli etiiği kadarıyla kul Allah'ı tanır. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın Zâtı, aslında insanın kalbini de kuşatır. Kalbine olan tecellisi kadar, insan Allah'ını tanır.
Cenâb-ı Fahr-i Âlem Efendimiz'e hergün Cenâb-ı Vâcibu'l-Vücud Hazretleri yetmiş bin tecelli ile tecelli ederdi. Dolayısıyla Rabbini hergün yetmiş bin ayrı görüntüde seyrederdi.
Bakıyor ki, bir anlık tecelli diğer bir anda yok. Bu durumda o Peygamber nasıl olurda "Ya Rabbi! Ben Sen'i hakkıyla tanırım" desin. Bununla ilgili bir menkıbe de vardır.
Şems büyük bir âşıktır. Aynı zamanda da meczuptur. Konya'ya geliyor. Bir gün Hz. Mevlana atıyla yolda giderken, bir zât gelip atının yularını tutar. "Söyle bakâlım bana! 'Seni hakkıyla tanıyamadım' diyen Peygamber mi büyük, 'Seni hakkıyla tanıdım' diyen Beyazıt mı daha büyük?"
Hz. Mevlana o âna kadar, -her ne kadar mâneviyat sahasında söz sahibi olduğu dille ifade ediliyorsa da- o sahada meşhur değildir. Onun ilk mürşidi babası, ikinciside Seyyid Burhaneddin'dir. Yani mâneviyatı da bilen insandır.
Fakat o âna kadar zâhir ilimler sahasında meşhurdur. Diyor ki: "Seni layıkıyla tanıdım diyen Beyazıt, Seni tanımadım diyen Peygamberin yanında hiçbir şeydir." "Neden?" "Çünkü, Allah'ın sevgilisi her gün yetmiş bin tecelli ile tanıyor. Beyazıt ise ömründe üç dört tecelliye mazhar olmuş, Allah'ı o şekilde tanıyor. Zannetti ki Allah budur, dedi ki, 'Ben Seni hakkıyla tanıdım."
Ama Hz. Peygamber de baktı ki, O sonsuzdur. 'Ben Seni hakıyla tanıyamadım' dedi."
Bu cevap karşısında Şems "Allah" diye bir sayha atarak kendinden geçip atından yere düşüyor." (Prof. Dr. Haydar Baş Dua ve Zikir eserinden)