Cenâb-ı Hakk, âyet-i kerimede; “Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibâdet eden, âhiretten çekinen ve Rabb’inin rahmetini dileyen kimse (o inkârcı gibi) midir? (Resûlüm!) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür” buyuruyor
28-11-2024Cenâb-ı Hakk, âyet-i kerimede; "Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibâdet eden, âhiretten çekinen ve Rabb'inin rahmetini dileyen kimse (o inkârcı gibi) midir? (Resûlüm!) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür" buyuruyor.
"Geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibâdet eden, âhiretten çekinen ve Rabb'inin rahmetini dileyen kimse" işte gerçek ilim sahibi odur.
Bunun için diyoruz ki, bilginin özü ve aslı Allah'ı tanımaktır, Allah'ı bilmektir. Mârifet, bilmek; mârifetullah ise Allah'ı bilmek, tanımak demektir.
Eğer ilim insanı Allah'a taşıyorsa, o bilginin o ilmin fonksiyonu var demektir. O ilmin kıymeti vardır. Aksi takdirde o ilim, ilim değildir. İnsanı Allah'tan uzaklaştıran, Allah'a gitmesine mâni olan bilginin, ilmin ilim olması mümkün değildir.
İlim öyle bir Burak'tır ki, insan ona bindiği zaman onu Cenâb-ı Hakk'a taşır. İşte böyle bir taşıma olursa, o taşımanın neticesinde tanıdığı Allah'a da kul olur. Ubûdiyette, ibâdette bulunur.
Cenâb-ı Hakk bir kudsi hadiste Resûlü'nün dilinden şöyle buyuruyor: "Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeyi murat eyledim. Ve mahlûkatı yarattım."
Cenâb-ı Hakk'ın mevcudatı var etmesinin sebeb-i hikmeti bilinmek istemesidir. Bu sebeple de olsa gerektir ki; İbn Mes'ûd'dan "Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: İlim taleb etmek, her Müslümana farzdır."
İlim, Cenâb-ı Hakk'ın "Âlim" olması yönüyle, O'nun büyük sıfatlarından bir tanesidir. Âlim olma sıfatı aynı zamanda peygamberlerin de sıfatlarından bir tanesidir.
İlim ise maddî ve mânevî eşyanın hakikatinin kavranmasıdır. Cenâb-ı Hakk'ın yaratmış olduğu mahlûkatının, gerek maddî, gerekse mânevî sahada, hakikatlerinin bize göre gizli ve açık olan taraflarının tamamının bilinmesidir.
O bakımdan Kur'ân-ı Kerim'de Cenâb-ı Hakk'ın âlimlik sıfatına çokça yer verilir: "Onlar bilmezler mi ki, gizlediklerini de, açıkça yaptıklarını da Allah bilmektedir."
Cenâb-ı Hakk'ın bilmediği hiçbir şey yoktur. Âlimlik sıfatı mutlak Allah'a mahsustur. İnsan ise Allah'a göre cahildir. Ama eşyadan bildiklerine göre, bildiği kadarıyla da âlimdir. Cenâb-ı Hakk'ın zâtının karşısında insanoğlu mutlak mânâda cahildir. Bu, eşyayı bilme tanıma açısından böyledir.
Bir de Cenâb-ı Hakk'ı bilme, tanıma vardır ki, buna âlim dense de aslında bu kişiler âriftir. Allah'ın esma-i İlâhîsini, ef'al-i İlâhîsini, Zât-ı Bâri'sini bilen insanlara ârif denir. Ârif insan kalbi ile Cenâb-ı Hakk'ı tanır. Allah'ı kalbi ile tanıyan insan, aynı zamanda eşyayı da tanır.
Burada enteresan bir tecelli vardır; Allah'ı tanıdığı nispette eşyanın hakikatini kavrar. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ı tanıyan insan, Allah'ın ef'alini, sıfat-ı Bâri'sini, Zât'ını da bilir. O'nun ef'alini, yani fillerini bildiği için, o tecellilerden mülhem olan fiiller bu kâinatın varlığı olması münasebetiyle, eşyanın hakikatini de bilir. O bakımdan ârif-i billah öyle insandır ki, hem Hakkı, hem de halkı bilir.
Maddî ilimlerde merkez akıldır. Mânevî ilimlerde de merkez kalptir. İnsan duyu organlarıyla beraber aklını çalıştırır. Aklıyla eşyanın zâhir görüntüsünü kavrar, onu bilir. Maddî ilimlerin âlimi olur.
Ama öyle gerçekler vardır ki, bu gerçekler bizim duyu organlarımızla idrak edilmez, kavranmaz. İnsan bu gerçekleri kalbi ile kavrar. Burası kalbin müşahade sahasıdır. Kur'ân-ı Kerim'de kalp ehli, "ulu'l-elbâb" olarak tanımlanır.
Burada "ulu'l-elbâb"dan kasıt, kalbini kullanan kalp ehli insanlardır. Yani gerçek akıl sahiplerinden bahisle, kalbini, hakikatte Allah'ı tanımada kullanan, çalıştıran insanlar kastediliyor.
Gerçek ilimden kasıt kalbî ilimdir. Yani insanın Cenâb-ı Hakk'ı kalp yoluyla tanıması, Allah'ın, kulunun kalbine tecellisidir.
Akıl ve kalbin sahâları farklı farklıdır. Akıl maddî öğeleri tanır, kalp mânevî dünyayı tanır. İşte mü'min bu iki sahayı da bilmek ve yaşamakla mükellef olan insandır. Müslüman budur.
Bu yüzden Cenâb-ı Hakk Kur'ân-ı Kerim'de; "İnsanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da yine böyle türlü renkte olanlar var. Kulları içinden ancak âlimler, Allah'tan (gereğince) korkar. Şüphesiz Allah, daima üstündür, çok bağışlayandır" buyuruyor.
Âlim eşyayı tanıyandır. Bakar ki muazzam bir nizam, bir düzen var, "Bu kadar mükemmel bir nizamın, mükevvenâtın sahibi olan Zât-ı Barî ne yücedir" diye bir muhakeme ile Allah'tan çeşitli yönleriyle beraber, nasibine göre korkar.
Zikrullah bir kalbe hâkim olduğu zaman, Cenâb-ı Hakk o kulunun kalbine tecelli eder. Kulun kalbine ne kadar tecelli olursa, Yaradanını o nispette tanır. İnsan Rabbini ne nispette tanırsa, O'ndan o nispette korkar.
İbn Mes'ûd'dan, "O, 'Allah'tan nasıl korkulması gerekirse öyle korkun!' âyetini şöyle tefsir etmiştir: O'na itaat etmek, asla karşı gelmemek, şükretmek, asla nankörlük etmemek, zikretmek ve asla unutmamak."
Tabii ki, korkunun iki veçhesi vardır. Aklı ile insan Allah'ın azabından korkar, kalbi ile rahmetinin, aşkının mahrumiyetinden korkar. Aklı çalıştıran nefsanî duygular olduğu için, o hep kendi menfaatine olan neticeleri düşünerek Allah'tan korkar. Onun neticesi de Cennettir, Cehennemdir. Cehenneme gireceğim diye akıl nefse telkin eder, dolayısıyla ondan korkar.
Ebû Hureyre'den, "Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve âlihi) buyurdu: Kim korkarsa akşam karanlığında yol alır. Kim gece yol alırsa hedefine erer. Dikkat edin! Allah'ın malı pahâlıdır. Dikkat edin! Allah'ın malı Cennettir."
Ebû Hureyre'den "Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: "Allah korkusundan ağlayan kişi, (hayvanın memesinden çıkan) süt memeye dönünceye kadar, Cehennem'e girmez. Allah yolunda tozlanan kulun tozları ile Cehennem dumanı kesinlikle bir araya gelmez."
Bu öyle bir sevgi, öyle bir sevdadır ki, bunun tadını anlatmak mümkün değildir. Rahmetten mahrum kalma endişesi, havfullahtır. Asıl Allah korkusu da budur.
Ama kalp yoluyla Allah'ı tanıyan insanın korkusu Cehenneme girme korkusu değildir. "Ya Rabb'im, beni rahmetinden, sevdasından, aşkından mahrum ederse?" diye korkar.
Ârifibillah olan şahıslar hep Allah'ı, Allah'ın Zâtını isterler. Korku o tecelliden, o Zât-ı Bâri'nin cemalini müşahadeden, aşkından mahrumiyettir. Asıl korku budur.
O sahaya geçmemiş insanlarda aklıyla nefsini kontrol ve muraakebe altına aldığı için, onların korkusu da Cehennemdir. Kulluk odur ki, Cennet-Cehennem endişesinden değil, daha öteye geçip Cenâb-ı Hakk'tan mahrum kalmaktan korkmaktır.
Furkan, "bâtılı haktan, hakkı bâtıldan ayıran" demektir. Mü'min taat ve ibâdetle, takva ile bu sıfatı kazanır.
"Ey iman edenler! Eğer Allah Teâlâ'dan korkarsanız sizin için bir furkan kılar ve sizin günahlarınızı örter ve sizin için mağfiret buyurur. Ve Allah Teâlâ pek büyük bir lûtuf sahibidir."
Süslü kelimelerle, debdebeli laflarla insanlara birtakım şeyler anlatılabilir. Allah bize o yapılanların, anlatılanların doğru mu yanlış mı olduğu ölçüsünü takva sahibi olduğumuz zaman veriyor. Bizi furkan sahibi yapıyor.
Onun için bir Müslümanın İslam'da da, İslam'ın kademelerinde de terakki etmesi lazım. Takva sahibi olması lazım. "İnandım" diyen Müslüman, Müslümandır. Ama kendisini de ciddi yanlışlardan, tehlikelerden koruması gerekir.
Bu tehlikelerden koruması için de furkan sahibi olması lazım. Yani hikmet sahibi olması lazım. Yanlışı doğrudan ayırması, Allah'ın muradını kavraması lazım. Bunu kavrayamadığı zaman kendisi için zararlı olanı faydalı zanneder. Bunun içinde takva ehli olmak lazımdır." Devam edecek (Prof. Dr. Haydar Baş Dua ve Zikir eserinden)