Dünden devam eden
Mi’rac mucizesinin gerçekleşme seyrine geçmeden önce, bu ayet-i kerimenin işaret ettiği sırları vurgulamak uygun olur:
18-09-2024Mi’rac mucizesinin gerçekleşme seyrine geçmeden önce, bu ayet-i kerimenin işaret ettiği sırları vurgulamak uygun olur:
Onu, ona mânâsındaki “hu” zamirinde iki vecih, iki yön vardır. İlkine göre Mi’rac’ın hikmeti, “O’na ayetlerimizden bazısını göstermek için” buyruğu gereğince, Hz. Peygambere Hakkın kudret ve azametini göstermektir. Diğer açıdan ise, “O’nu, (âlemlere rahmet olan Allah Resulü’nü) ayetlerimizden olarak gösterelim için isra ettik” mânâsı hâkim olur ki, bu sûretle Mi’rac’ın hikmeti, Peygamberin (s.a.v.) Kendisini bir ayet olarak kâinata takdim etmek olarak ortaya çıkar. Nitekim, İbn Atiyye vb. müfessirler bu mânâyı tercih etmişlerdir. Ayetin devamını ise, “hakikaten O kuldur, ancak kelamımızı işiten ve Zâtımızı gören” tarzında mânâlandırmışlardır. Ancak ru’yet kudreti, bir Hak tecellisidir. O kudreti, kuldan veya akıldan görenler yanılır. Allah göstere ki, görüle.
Buharî ve Müslim’in rivayetlerine göre; Hz. Peygamber (s.a.v.), Mekke’de hane-i saadetlerinde (bazı rivayetlere göre amcası Ebu Tâlib’in kızı Ümmühani’nin evinde) iken veya Harem-i Şerif’te bulunurken Cebrail (a.s.) gelmişler, mübarek kalplerini açmışlar, Zemzem ile yıkayarak içini hikmet ve iman nuru ile doldurmuşlardır. (Buharî, 1/91; Müslim, 1/148)
“İnşirah-ı Sadr” olarak bilinen bu vaka daha önce çocukluk yıllarında da Kutlu Nebi’ye uygulanmıştı. Hakikaten Rabbanî güzelliklerin galebe çaldığı, beşerî tabiatın kudsiyet âleminin esrarına tâbi olduğu arınmış kalp, Hakk’ın muhatabı olur. Allah sevdiği ve seçtiği insanların kalplerini böylece arındırır, katına layık kılar. Nitekim, gönül sahiplerine Hak katından bir davet olan, “Ey arınmış, mutmain olan nefis! Rabbin senden razı ve sen de O’ndan razı olarak dön Rabbine!” (Fecr, 27-30) hitabı, ayet-i kerime ile kıyamete dek ebedîlik kazanmıştır.
Bir gün Hz. Peygambere soruldu: “Şerh-i Sadr nasıl olur, ey Allah’ın Resulü?” Efendimiz; “İnsanın kalbine öyle bir nur gelir ki, o nur kalbini açar” buyururlar. Ashab-ı Kiram (r.a.); “Bunun alameti nedir?” diye tekrar bir soru yöneltirler. Resul-i Ekrem şöyle cevap verir: “Onun alameti, insanın şu aldatıcı dünyanın gösterişine kapılmayarak cavidanî hayatı özlemesi, ölmeden önce ölüme hazırlanmasıdır.” (İbn Sa’d, Tabakât, 1720; Tirmizî, Sünen, 5/301)
Bu cümleden olarak kul, Hakk’ın nurunun dolduğu kalplere gönlünü açar, Hakk’ın seçtiği insanları dost edinebilirse İlahî tecellilerin muhatabı olmaya başlar. Elçisinin kalbini Cebrail vasıtasıyla açan Hak Teâlâ, kullarının kalbini de dostları vasıtasıyla açar ve tecelli mahalli olarak seçer.
Allah Resulü’nün kalbinin iman ve hikmet nuru ile doldurulmasından sonra Halık’a yolculuk başlar. Cebrail (a.s.), Burak’ı hazır bulundurmaktadır. Katırla merkep arası, gemi vurulmuş ve eyerlenmiş bir hayvandır, Burak.
Burak, Allah Elçisi’ni görünce şaha kalkar! Hz. Cebrail bunu itaatsizlik kabul ederek müdahale eder; “Kendine gel ey Burak! Yemin olsun ki, Haşir sabahına kadar Muhammed Mustafa kadar şerefli bir insan senin sırtına ne binmiştir, ne binecektir” der. Rivayete göre Burak utanır, tatlı bir mahcubiyetle terler içinde kalır.
Burak, maneviyat âleminden de gelmiş olsa, neticede bir hayvandır. Hayvanlar bile O’na aşıktır. Bir hayvanın gösterdiği bu edep ve teslimiyete karşılık, Hakk’ın tecelligâhı olan insanın, edepte nasıl bir tavır takınması gerektiğini takdirlerinize bırakıyoruz.
Resulûllah, Burak’ın sırtında, Hz. Cebrail ise hayvanın yularını tutmaktadır. Nasipli bir hayvandır, Burak. Zira, Peygamberi tanımak, O’nunla tanışmak ve O’na inanmak bir nasiptir. Yıldırımdan hızlı yürüyüşü ile Allah Resulü, mü’minlerin ilk kıblegâhı olan Mescid-i Aksâ’ya misafir edilir. Fahr-i Kainatı bu aziz mekânda, Allah’ın Halili Hz. İbrahim, İsa Ruhullah, Musa Kelimullah ve insanlığın atası Adem Safiyyullah Efendimiz gibi birçok peygamber karşılamışlardı. Kutlu Elçi, burada bir bayram şenliği içinde peygamber ve meleklere imam olarak iki rekât namaz kıldırmışlardı. Bugün, tahrif ettikleri dinlerinin saplantılarından kurtulamayan Yahudi dünyasının gerçek kimliğini bulması, ancak Hz. Peygamberin arkasında safa duran Hz. Musa’nın (a.s.) Mi’rac esnasında vurguladığı mânâyı yakalamalarıyla mümkün olur. Zira, Hz. Musa, bir İslam peygamberidir. Dolayısıyla, âlemlere rahmet olan Hz. Muhammed’in (s.a.v.) arkasında safa durmasıyla Yahudilere de güzel bir örnektir. Ancak, görmek için göz gerek.
Diğer yandan; hiçbir ırk ve renk ayırımı yapmadan şunu ifade edelim ki, Mescid-i Aksâ mü’minlerin ilk kıblegâhı ve Mi’rac’ın ilk durağı olması münasebetiyle, bugün mü’minlerin elinde olmalıydı. Yahudi ırkından oldukları için değil, yukarıda belirttiğimiz üzere Hz. Muhammed (s.a.v.) gerçeğine ve davasına ters düştükleri için, Mescid-i Aksâ’nın bu kavmin tahakkümü altında oluşu, bu muazzez davanın harim-i ismetine saplanmış bir oktur.
Prof.Dr. Haydar BAŞ Rahmeten li’l-Alemin cilt 1 Kitabı sayfa : 291 /298
Yazıyı hazırlayan: Gökhan Demir
Devam edecek