Kazım Karabekir’in anılarına sığınan ajanlar.....

Bazı İngiliz ve Yunan ajanları Kur’an-ı Kerim’i Türkçe’ye çevirtme işini, Kazım Karabekir’in anılarını dayanak göstererek, “İslamlık aleyhtarı kimselere tercüme ettirecekti” diye anlatmaktadırlar

<Kazım Karabekir’in anılarına sığınan ajanlar.....

TÜRK-AZ HABER / TARİH

Bazı İngiliz ve Yunan ajanları Kur'an-ı Kerim'i Türkçe'ye çevirtme işini, Kazım Karabekir'in anılarını dayanak göstererek, "İslamlık aleyhtarı kimselere tercüme ettirecekti" diye anlatmaktadırlar.

Oysa Atatürk bu işi, Mehmet Akif Ersoy, Elmalılı Hamdi Yazır ve Kamil Miras gibi dindar kişilere vermiştir.

Yine aynı iftiracılar, Mehmet Akif Ersoy'un vazife gereği yaptığı tercümeyi "namazda da Türkçe okunur" endişesi ile bazı kişilerin huzurunda yaktırdığını yazmaktalar.

Bu yalanı Prof. Kamil Miras Hoca'nın anıları ortaya çıkarmaktadır.

Prof. Kamil Miras Hoca, Mehmet Akif 1936'da hasta bir halde Mısır'dan vatana döndüğünde onu ziyaret ettiğini anlatır:

"Mehmet Akif, Mısır'dan hasta geldikten sonra, Kuşadalı Rıza Efendi merhumla Şişli'deki şifa yurdunda ziyaret ettik. İçeri girince merhum hemen yatağından doğrularak neşe ile karşıladı.

Hoş geldiniz, geçmiş olsundan sonra Akif, Rıza Efendi'ye öteden beri mutadı olan ihtiyarlık latifesiyle söze başlayarak, 'Hocam, bizim ihtiyar şair maşaallah hâlâ genç' diyerek güldü, bizi de güldürdü.

Rıza Efendi de, 'Bu sene oldu yaşım tam elli/Elli olduğu yüzümden belli" beytiyle sevgili dostunu karşıladı ve kahkahalar tazelendi.

Çünkü Rıza Efendi'nin o sırada yaşı yetmişe merdiven dayamıştı. Bununla beraber üzüm gibi siyah sakalında bir tel beyaz yoktu.

İstiklal Marşı şairi kırk yıllık şiir yoldaşını cevapsız bırakmadı ve irticalen;

'İhtiyarlıkla yüzün saçmada nur… Fakat üstad sakalın şahid-i zor' beytini söyleyerek mukabele etti. Bana da bu latif konuşmayı muhtıra defterime kaydetmek vazifesi düştü.

Sonra uzun bir tahassürün hararetli muhasebesi başladı. Bu sırada Akif, son derece teessür irade eden bir eda ile son mektubumuza cevap veremediğinden itizar ederek Kur'an tercümesiyle iştigalini ve neticesini şöyle anlattı:

Cevap yazamadığıma mütessirim fakat mazurum. Çünkü Kur'an'ı tercüme edemedim. Hayır, ettim. Hem de bir değil, iki kere tercüme ettim.

İlk tercümeyi yaptım, hiç beğenmedim. İkinci bir tercüme daha yaptım, onu da bir türlü beğenemedim.

Ahmet Naim merhumun hadis tercümelerinde yaptığı gibi kavis içinde muavin kelimeler kullanarak eksikliğini tamamlamak istedim, bu da olmadı. Bu da Kur'an-ı Kerim'in aslındaki belagatini bozuyordu.

Bazı kelimelerin ve umumi surette edatların mukabillerinin bulunmaması, edebî birer vecize olan bazı cümlelerden olan o kısa ayetlerde müteaddit edatın içtima etmesi tercümeyi imkansız hale koyuyordu.

Kur'an'ın tam tercümesindeki imkansızlık ne benim kusurum, ne de dilimizin. Ben tercüme ile meşgul olurken, Farsça ve Fransızca tercümeleri de gördüm. Benim Türkçe tercümem onlardan yüksekti.

Fakat bu nispi yükseklik benim edebî zevkimi tatmin etmiyordu. Kur'an'ın nazmındaki icazkâr belagata baktıkça hayranlığım artıyordu. Tercümemden utanıyordum. Birisi Allah'ın kelamı, öbürü Akif kulunun tercümesi.

Bu vaziyette ben bu tercümeyi İslam ümmetinin ve Türk milletinin eline nasıl sunabilirdim? Bu cihetle onu Mısır'dan getiremedim."  

Yani, Akif'in Türkçe ibadet endişesi ile vazifeyi bırakarak Mısır'a kaçtığı bir yalandır. Tam tersine o, bu vazifeyi hakkıyla yapamadığının suçluluğu içindedir.

Vazife kendine verilen Elmalılı Hamdi bu tefsir işini tamamlamış ve onun yaptığı tercüme ibadet hayatında kullanılmamıştır.

Kullanılmamasını da Sadettin Kaynak'ın şu sözlerinden anlıyoruz:

"Atatürk'ün arzusu, Kur'an'ın Türkçe 'sinin de aslı gibi makam ve (lahn) ezgi ile okunması merkezindeydi.

Fakat bu bir türlü olmuyordu. Çünkü tercüme nesirdi (düz yazı). Bununla beraber, iyi bir nesir de değildi. Kur'an'ın edaya gelmesi, lahn ile okunmaya uyması, Arap dilinin medler, gunneler, idgamlar ve bunlara benzer hususiyetleri oluşundan başka bir de Kur'an'ın kendisine has olan nefes alma için secaventleri (duraklama işaretleri), seci ve kafiyeye benzeyen fakat nesir olmayan, sözün kısası her şeyiyle, her haliyle metni gibi okunmasının da bir mucize oluşundan ileri geliyordu. Türkçe tercümesinde bu vasıfların hiçbiri yoktu ve bir türlü de olamıyordu." 

Atatürk de bu konuda bir zorlamada bulunmamıştır.

Bütün bu anlattıklarımızdan Atatürk'ün Türkçeleştirme çalışmalarından çıkan netice İslam dinini ortadan kaldırmak olmayıp; tam tersine, cahil halk dinini öğrensin, nasıl ve ne şekilde ibadet ettiğini öğrensin; hurafelere aldırmasın gayreti idi.

Yine aynı gerekçelerle, Atatürk'ün emri ile "Sahih-i Buhari ve Tecrid-i Sarih" adlı eserin tercüme işi Babanzade Ahmed Naim Hoca'ya verilmiştir.

Ahmed Naim Hoca, 1934 senesinde vefat edene kadar üç cildin tercümesini tamamlamıştır.

Daha sonra bu şerhi Prof. Kamil Miras Hoca tamamlamıştır. Atatürk hayatta iken, 12 ciltlik bu eserden 60 bin adet basılarak ücretsiz dağıtılmıştır." (Prof. Dr. Haydar Baş Hoş Geldin Atatürk eseri sh: 619)