İslam’da Tanıma Yolları.....

İslam dini, dünya ve din gerçeklerini tanımak için üç vesileden yararlanmakta ve bunların her birini kendi alanında muteber kabul etmektedir

<İslam’da Tanıma Yolları.....

Birinci ilke

İslam dini, dünya ve din gerçeklerini tanımak için üç vesileden yararlanmakta ve bunların her birini kendi alanında muteber kabul etmektedir. Bu vesileler şunlardan ibarettir:

1- His ve duyular; bunlardan en önemlisi duyma ve görme duyusudur.

2- Sınırlı bir alanda özel birtakım kurallar ve ilkeler esasınca kesin olarak hakikati ortaya çıkaran akıl.

3- Yüce ve seçkin insanların gayb âlemiyle ilişki vesilesi olan vahiy.

İlk iki yol, genel vesilelerdir ve tüm insanlar dünyayı tanımak için bu ikisinden yararlanabilirler. Nitekim bu ikisi dini anlamada da etkilidirler ama üçüncü yol Allah Teâlâ'nın özel lütuflarına mazhar olan kişilere hastır ve bunun en açık örneği ise peygamberlerdir.

(Rivayetlerde bazı kişilerden, yeri geldiğinde açıklayacağımız üzere "muhaddes" diye bahsedilmiştir.)

Duyu ve his vesilelerinden, sadece hissedilebilecek şeylerden yararlanılabilir; nitekim akıldan da, gerekli şartlara sahip olduğu sınırlı durumlarda yararlanmaktayız.

Oysa vahiy dairesi daha geniş olup, ister akaid ve diğer mükellefiyetler olsun, çok çeşitli alanlarda etkilidir.

Kur'an-ı Kerim, çeşitli ayetlerde bu vesileler hakkında söz etmiştir; bunlardan ikisi örnek olarak şöyledir:

His ve akıl hakkında şöyle buyuruluyor: "Allah, sizi annelerinizin karnından çıkardı(ğı zaman) hiçbir şey bilmiyordunuz, size işitme (duyusu), gözler ve gönüller verdi ki şükredesiniz." 

Ayetin Arapça'sında geçen "ef'ide" sözcüğü "fuâd" kelimesinin çoğulu olup "işitme duyusu" ve "gözler" ifadesinden akıl ve düşünme gücü anlamına geldiği anlaşılmaktadır.

Ayetin sonu ise, şükretmeyi emrediyor ve insanın her üç güçten yararlanması gerektiğini bildiriyor. Çünkü şükretmek, her nimeti kendine uygun yerde kullanmaktır.

Vahiy hakkında ise şöyle buyuruluyor: "Biz senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını elçi göndermedik. Bilmiyorsanız, zikir ehline sorun." 

Dindar bir insan dünya ve dini tanımada hissinden yararlanır, ancak genellikle hissî algılar, akıl ve düşüncenin zemin ve temelini oluşturmaktadır.

Nitekim akıldan da, Allah'ı, O'nun sıfat ve fiillerini tanımada yararlanılmaktadır ve bu üç yoldan elde edilenler kendi yerinde etkili olup hakikati ortaya çıkarmada muteberdir.

(Nefsi günah ve çirkinliklerden temizlemek ve arındırmak bir takım ilhamlara neden olmaktadır; bazıları bunu da tanıma vesilelerinden bilmektedirler.)

2. İlke

Peygamberlerin daveti iki noktada özetlenmektedir:

1- Akide (inanç). 2- Amel.

Akideden maksat; Allah'ın varlığına, O'nun Cemal ve Celâl sıfatlarına ve fiillerine imandır.

(Peygamberleri göndermek, onlardan sonra vasi tayin etmek ve insanlar öldükten sonra diriltmek, tüm bunlar Allah'ın fiilinin birer tecellisidir).

Nitekim amelden maksat da, insanoğlunun kişisel ve toplumsal hayatında tatbik etmesi gereken teklif ve hükümlerdir. Akide konusunda istenilen ve amaçlanan şey ilim ve yakîndir ve ancak bu özelliğe sahip olan bir şey hüccet olabilir.

İşte bu nedenle her Müslüman'ın inancı konusunda yakîn ve kesin bilgiye ulaşması gerekir ve bu konuda sadece diğerlerini taklit ile yetinilmez.

Cenab-ı Hak, Zümer Sûresi'nin 8. ayetinde şöyle buyurmuştur: "Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele! İşte Allah'ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır."

Teklif ve hükümler (amel) konusunda istenilen şey ise, hayatta onları tatbik etmektir. Burada yakîn ve kesin bilgi dışında, şeriat açısından teyid edilen bir yola da istinat edilmesi gerekir; gerekli tüm şartlara sahip olan bir müctehide müracaat etmek, şeriat sahibi tarafından onaylanan yolun bir bölümüdür.

3. İlke

Biz dinin inanç ve hükümlerini ispatlama konusunda, muteber olan bütün tanıma yollarından yararlanmaktayız; bu alanda akıl ve vahiy iki temel yoldur. "Vahiy"den maksat, semavî kitabımız Kur'an-ı Kerim ve senedi zinciri Hz. Resulûllah'a (s.a.v.) ulaşan hadislerdir.

Ehl-i Beyt'ten (a.s.) nakledilen hadisler de ileride açıklanacağı üzere, tümü birer "sünnet" olarak İlahî hüccetlerden sayılmaktadır.

Akıl ve vahiy birbirlerinin hüccet oluşunu teyid etmektedirler ve eğer aklın kesin hükmüyle, vahyin hüccet olduğunu ispatlıyorsak, vahiy de aynı şekilde kendi alanında aklın hüccet oluşunu teyid etmektedir.

Kur'an-ı Kerim birçok yerde insanları aklın hükmüne yönlendirmekte, onları yaratılışın insanı hayrete düşüren incelikleri konusunda düşünüp akletmeye davet etmekte ve kendisi de davetinin içeriğini ispatlamak için akıldan yardım almaktadır.

Hiçbir semavî kitap Kur'an-ı Kerim gibi delille tanımaya önem vermemiştir; Kur'an-ı Kerim'de inanç ve marifet hakkında çok fazla aklî delil vardır.

Ehl-i Beyt İmamları da -aklın hükmetme yetkisi olduğu yerlerde- aklın hüccet olduğunu vurgulamışlardır. Nitekim İmam Musa el-Kâzım (a.s.), vahyi zâhirî hüccet ve aklı ise bâtınî hüccet saymıştır.

(Allah'ın insanlar üzerinde iki hücceti vardır: Zâhirî hüccet ve bâtınî hüccet. Zâhirî hüccet peygamberler, nebiler ve imamlardır; bâtıni hüccet ise akıldır).

Peygamberler de üstün akıl sahibi kimselerdir ve herkesle kendi aklı nispetinde konuşmaları emrolunmuştur. İmam Câfer bu konuda şöyle buyurur:

"Resulullah hiçbir zaman kullarla aklının derinliğiyle konuşmamıştır." İmam, ardından şöyle buyurur: "Resulûllah buyurmuştur ki: Biz peygamberler topluluğuna, insanlarla akıllarının alabileceği oranda konuşmak emredildi."

4. İlke

Vahiy, kesin bir delil olduğu ve akıl da Allah Teâlâ'nın her insanın içinde yaktığı bir ışık olduğu için; Allah'ın bu iki hücceti arasında hiçbir zaman çelişki olmaması gerekir ve eğer bu ikisi arasında çelişki olduğu gözlenirse, bilmek gerekir ki, ya o konuda dinî algılamamız yanlıştır, ya da aklî delilin öncüllerinde yanlışlık yapılmıştır.

Çünkü Allah Teâlâ hiçbir zaman insanı çelişkili iki yola davet etmez. Akılla vahiy arasında gerçek bir çelişkinin olabileceği düşünülemeyeceği gibi, "ilim" ile "vahiy" arasında da asla çelişki olamaz ve eğer bazı durumlarda bu ikisi arasında çelişki olduğu gibi görünürse, ya o konularda bizim dinî algılamamız doğru değildir, ya da bilgi kesinlik seviyesine ulaşmamış demektir.

Genellikle de çelişki var gibi görünen durumlar, bilimsel varsayımların aceleci bir şekilde kesin bilgi olarak kabul edildiği ve böylece çelişki olduğunun sanıldığı durumlardır.

İmam Câfer bu konuda şöyle der: "Kimin aklı varsa dini vardır, kimin dini varsa o cennete girer." 

5. İlke

Düşünce ve zihnî algılarımızdan bağımsız bir hakikati olan varlık düzenine hâkim kanunlar hakkında hakikat, her zaman var olan ebedî bir konudur.

Şöyle ki, eğer insan, tanıma vesilelerinden birinin kanalıyla, bir gerçeğin "hakikat" olduğunu keşfederse, bunun her zaman için hakikat ve geçerli olduğunu söylemek gerekir.

Ve eğer bir gerçeği keşfetmede, bir malumun bir bölümü hakikate uygun ve diğer bir bölümü de uygun olmazsa, hakikati olan bölüm sürekli hakikattir ve ortamın şartlarının değişimiyle de hakikat değişmez. Başka bir tâbirle, tekvinî tanımada, bir gerçek, belli bir zamanda hakikatin ta kendisi ve başka bir zamanda ise bâtıl olamaz.

Yani, hakikatin göreli oluşu düşünülemez: Eğer 2x2=4 ediyorsa, bu iş sürekli böyledir ve eğer 2x2=4 etmiyorsa, bu da sürekli böyledir ve tanıma, bir merhalede hakikatin ta kendisi olup başka bir merhalede bâtıl olamaz.

Tanımada görelilik, insanın düşünce ve onayından başka bir gerçeği olmayan şeylerde söz konusudur.

Örneğin, ülkenin yönetim şeklinde semavî vahiyden ilham almayan toplumlar, hükümet şeklinin seçiminde bir zaman serbest ve özgür bir metod üzerinde ittifak edecek olurlarsa, bu metod onlar için hakikattir ve eğer bir gün onun aksi bir metodda ittifak edecek olurlarsa, bu sefer hakikat ikinci metod olur.

Buna rağmen, tanıma yollarından her biri kendi alanında hakikatin kendisidir. Fakat zihin dışında belli başlı bir yeri ve sınırı olan şeyler, idrak ufkunda doğru bir şekilde yer alacak olurlarsa, sürekli doğru ve geçerli olurlar; onun aksi ise sürekli bâtıl ve temelsiz olacaktır." (Prof. Dr. Haydar Baş İmam Cafer eserinden)