İnsan ve irade.....

İnsanın irade ve özgürlüğü, kesin ve açık bir gerçektir ve insan aşağıda işaret edeceğimiz çeşitli yollarla bunu anlayabilir

<İnsan ve irade.....

İnsanın irade ve özgürlüğü, kesin ve açık bir gerçektir ve insan aşağıda işaret edeceğimiz çeşitli yollarla bunu anlayabilir:

A- Herkesin vicdanı, insanın bir şeyi yapıp yapmamaya karar vermekte serbest olduğuna tanıklık eder ve bu apaçık konuda şüphe eden kimsenin, hiçbir açık hakikati kabul etmemesi gerekir.

B- Herhangi bir toplumda -ister dindar olsun ve ister olmasın- çeşitli kişiler hakkında yapılan övgü ve kınamalar, öven veya kınayan kişinin, fâilin kendi işlerinde serbest ve özgür kabul ettiğini göstermektedir.

C- İnsanın irade ve serbestliği görmezlikten gelinirse, din ve şeriat düzeni de boş ve faydasız olacaktır. Çünkü eğer her insan, daha önce kendisi için belirtilen yolu izlemek zorundaysa ve ondan bir kıl payı sapamazsa, bu durumda emir ve nehiy, vaad ve vaîd, mükâfat ve cezanın hiçbir anlamı olmayacaktır.

D- Tarih boyunca sürekli birey veya beşer toplumunu ıslah etmeye çalışan, bu yolda planlar hazırlayıp sonuca varan insanların olduğunu görmekteyiz.

Açıktır ki, bu konu insanın mecbur oluşuyla bağdaşmamaktadır; çünkü cebir görüşüne göre, bu çabaların tümü boş ve sonuçsuz olacaktır.

Bu dört delil, irade ve serbestlik ilkesini sağlam ve şüphe edilmez bir gerçek kılmaktadır.

Elbette, beşerin irade ve serbestlik ilkesinden, onun tamamen kendi başına bırakıldığı ve Allah-u Teâlâ'nın onun fiilinde hiçbir etkisi olmadığı sonucunu almamak gerekir.

Çünkü tefviz olan böyle bir inanç, insanın sürekli Allah'a muhtaç olduğu ilkesiyle çelişmekte ve yine Allah'ın güç ve yaratıcılık dairesini sınırlandırmaktadır.

Bu konuyu İmam Câfer'in ifadeleri ile açalım. Salih b. Nili şöyle der:

Ebu Abdullah'a (Câfer-i Sâdık) dedim ki: Kullar için yapabilirlikten bir pay var mıdır?"

Bana şu karşılığı verdi: "Bir fiil işledikleri zaman Allah'ın, fıtratlarına (varoluşlarına) yerleştirdiği yapabilirlikle muktedirdirler."

Dedim ki: "Bu nedir?"

Buyurdu ki: Zina eden biri mesela... Zina, fiili açısından bir alet konumundadır. Zina ettiği zaman, zina ederken zinayı yapabilen konumundadır. Eğer zinayı terk etse, terk ettiği anda onu terk etmeyi yapabilendir."

İmam ardından şunları söyledi: "Fiilden önce yapabilirlikten az veya çok bir şeye sahip değildir. Fakat fiili işlerken veya terk ederken yapabilendir."

Dedim ki: "Peki, Allah onu niçin azaplandırır?"

Buyurdu ki: "Meseleyi apaçık zihninde canlandıran kanıt ve insanların varoluşlarına yerleştirdiği işleyici alet ile...

Çünkü Allah hiç kimseyi kendisine karşı günah işlemeye zorlamaz. Hiç kimsenin küfür işlemesini istemez. Fakat kişi kafir olunca, Allah'ın iradesinde kafir olması gerçekleşir. Onlar, Allah'ın iradesinde ve ilminde hayırdan herhangi bir şeye ulaşamayacaklardır."

Ben dedim ki: "Allah onların küfür işlemelerini irade etti mi?"

İmam buyurdu ki: "Ben böyle söylemiyorum. Bilakis şöyle diyorum: Allah onların kafir olacaklarını bildi. Onlar hakkındaki bilgisinden dolayı onlar için küfür diledi. Ama bu kesin irade değil, serbestlik iradesidir." 

Hz. Resulûllah'ın (s.a.v.) vefatından sonra Müslümanlar arasında söz konusu olan meselelerden biri de; insanın fiilinin nasıl gerçekleştiğiydi. Bir grup cebir görüşünü seçerek insanı mecbur bir fâil kabul ederken, diğer bir grup da, bu görüşün zıddını kabul ederek insanın kendi başına bırakılmış bir varlık olduğunu ve onun fiillerinin Allah Teâlâ'ya isnat edilmeyeceğini savundular.

Her iki grup da gerçekte fiilin ya insana ya da Allah'a isnat edilmesi gerektiğini, ya insan gücünün ya da Allah'ın gücünün etkili olması gerektiğini düşünüyorlardı.

Oysa, burada masum Ehl-i Beyt İmamlarımızın gösterdiği üçüncü bir yol daha vardır. İmam Câfer Sâdık (a.s.) şöyle buyuruyor: "Ne cebir söz konusudur ne de tefviz; bu ikisinin arasında bir şeydir." 

Yani, fiil insana isnat edilmesine rağmen, Allah'a da isnat edilmektedir. Çünkü fiili yapan fâildir fakat buna rağmen fâili ve sahip olduğu gücü Allah yarattığı için de fiil Allah'tan ayrılmaz.

Ehl-i Beyt Ekolü'nün insanın fiilinin gerçeğini beyan etmekteki metodu, Kur'an-ı Kerim'de açıklanan şeydir. Bu semavî kitap, bazen fiili fâile isnat ettiği halde Allah'a da isnat etmektedir; yani, her iki nispeti de kabul etmektedir.

Nitekim şöyle buyuruluyor: "Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı." 

Bundan maksat şudur: Hz. Resulûllah (s.a.v.) bir şeyi yaptığın-da, bu işi kendinin müstakil gücüyle değil, Allah'ın gücüyle yapmıştır. Dolayısıyla, her iki isnat da doğrudur.

Başka bir ibareyle, her şeyde Allah'ın güç ve kudreti vardır; tıpkı elektrik kablosundaki elektrik santralinden kaynaklanan elektrik akımı gibi.

Elbette elektrik düğmesine bizim basmamızla lamba yanmaktadır. "Lambayı biz yaktık" diye söylememiz doğru olduğu gibi, "Lambanın aydınlığı elektrik akımından kaynaklanmaktadır" dememiz de doğrudur.

Biz, insanın irade ve serbestliğine inanmakla birlikte, Allah Teâlâ'nın ezelden beri işlerimizden haberdar olduğuna ve bu iki inanç arasında bir çelişki olmadığına inanıyoruz. Bu ikisinin bir araya toplanmayacağına inananlar, Allah Teâlâ'nın ezelî ilminin insanın fiilini "iradî olarak" gerçekleşeceğine taalluk ettiğine ve doğal olarak da böyle ezelî bir ilmin, insanın özgürlüğüyle çelişmeyeceğine dikkat etmeleri gerekir.

Başka bir tabirle, Allah'ın ilmi, insanın fiilinin gerçekleşeceğine taalluk ettiği gibi, onun fiilinin nasıl (insanın irade ve isteğiyle) gerçekleşeceğine taalluk etmiştir.

Böyle bir ezelî ilim, insanın irade ve serbestliğiyle çelişmesi bir kenara dursun, onu sağlamlaştırmaktadır da. Çünkü eğer fiili insanın irade ve isteğiyle gerçekleşmezse, bu durumda Allah'ın ilmi gerçeği göstermeyecektir. Çünkü ilmin gerçek görüntüsü, bir şeye taalluk ettiği şekilde gerçekleşmesidir.

Doğal olarak eğer Allah'ın ilmi, insanın fiil ve eyleminin onun iradesiyle gerçekleşmesine, yani, insanın yapmak istediği eylemi serbest ve özgürce yapmasına taalluk etmişse, bu durumda fiil zorunluluk ve cebirle değil, bu özellikle gerçekleşmelidir." (Prof. Dr. Haydar Baş İmam Cafer eserinden)