İmam Cafer mahlukatın işleyişini anlatıyor.....

Şu evrenin ve dünyanın işlerini düzenleyen belli bir yaratıcısı olmasa, bu tür bela ve felaketler böyle ara sıra değil, daima ve çok daha fazla vukû bulurdu

<İmam Cafer mahlukatın işleyişini anlatıyor.....

Şimdi bazı cahillerin, Yüce Allah'ı, O'nun yaratışını, takdir ve tedbirini inkâr için bir vesile olarak kullandığı ve gerçekleşmelerinin hiçbir hikmet ve geçerli nedene dayanmadığını zannettikleri doğal felaketlerle hastalıklardan söz edelim biraz.

Kolera, veba ve benzeri türlü salgın hastalıklarla, ekinleri ve meyveleri telef eden dolu ve çekirge akını gibi felaketler...

Bunların cevabı açıktır. Şu evrenin ve dünyanın işlerini düzenleyen belli bir yaratıcısı olmasa, bu tür bela ve felaketler böyle ara sıra değil, daima ve çok daha fazla vukû bulurdu.

Mesela, göklerin ve yerin düzeninin bozulması, yıldızların yeryüzüne düşmesi, bütün yeryüzünün suların altında kalması veya güneşin bir daha doğmaması, pınarların kuruması ve su kaynaklarının tamamen tükenip yeryüzünün susuz kalması veya havanın hareketini yitirmesi ve hiç rüzgâr esmemesi veya her şeyin çürüyüp bozulması, denizlerle okyanusların kabarıp yeryüzündeki bütün canlıları yutması gerekirdi.

Keza, veba ve çekirge akını gibi şu doğal afetler ve salgın hastalıkların kısa bir süre vukû bulması, sürekli ve kalıcı olmaması, sadece bazı zamanlarda meydana çıkarak çabucak çekilmesi ve bütün dünyayı bir anda mahvedecek kadar sürmemesi, bir tesadüf müdür sahi?

Böylesine büyük ve hepten yok edici afetlerden dünyanın korunduğunu görmez misin?

Sadece bazı zamanlar insanların kendisine gelmesi ve korkup kendilerine bir çeki düzen vermeleri ve ibret almaları için vukû bulmakta, sonra da çabucak bitmekte ve bitişi bir rahmet olmaktadır.

İnsanların başına gelen tatsız olaylarla felaketler konusunda dinsizler, "Eğer dünyanın şefkatli ve merhametli bir yaratıcısı varsa, bu felaketler ne demek oluyor?" diye sorarlar.

Bunlar, insanoğlunun dünyadaki rahat yaşamının hep öyle sürmesi ve hiçbir zaman zorluk ve sıkıntı yaşamaması gerektiğini zannederler.

Oysa eğer böyle olsa ve insanoğlunun yaşamı sıkıntı, zorluk ve felaketten kesinlikle arıtılmış bulunsaydı, insanlardaki bozulma, ahlaksızlık ve şerler o kadar artardı ki, ne dünyaları kurtulurdu, ne ahiretleri.

Nitekim naz-u nimete kavuşan ve her türlü refah içinde rahat bir hayat sürdürenlerden bazıları öylesine kendilerini kaybedip küfrana batıyorlar ki, adeta insan olduklarını, Allah'ın kulu olduklarını unutuyor ve sıkıntı, zorluk ve felaket denilen şeylerin bir gün onların da kapısını çalabileceğine ihtimal dahi vermez oluyorlar.

Neticede, hiçbir zayıfın elinden tutmaz, acısı olan birinin acısını paylaşmaz, kimseye acımaz ve kimseyi umursamaz bir hale geliveriyorlar!

Ama insanlar bir sıkıntıya düştükleri, acı çektikleri veya bir derde müptela oldukları zaman, cahil ve gaflet içindekilerin çoğu uyanıp kendisine geliyor ve işledikleri birçok günah ve hatadan dönüveriyorlar.

Bu bela ve acıların hiç olmaması gerektiğini düşünen ve bunlardan hoşlanmayanlar aslında tıpkı tatsız ve acı ilaçları içmekten rahatsız olan ve kendileri için zararlı ama pek sevdikleri lezzetli şeylerden mahrum bırakılmalarına öfkelenen çocuklar gibidirler.

Okula gitmeyi, ders çalışmayı hiç sevmez, bütün gün oynayıp boşuna vakit geçirmeye bayılır, diledikleri her şeyi yapmak, canlarının çektiği her şeyi yiyip-içmek isterler.

Oyun ve serserilikle vakit geçirmenin dinleri ve dünyaları için ne kadar zararlı olduğunu, lezzetli ama zararlı yiyecek ve içeceklerin onları ne gibi hastalıklara düşürebileceğini; okuyup tahsil etmenin, ilim ve edep öğrenmenin kendilerine nasıl güzel bir gelecek hazırlayabileceğini, acı da olsa gerekli ilaçları kullanmanın sıhhat ve şifayla sonuçlanacağını bilmez, idrak edemezler.

Nice dertler vardır ki, huzur ve mutluluktur sonrası! Nice acılar vardır ki, pek tatlı sonlar getirir beraberinde!" (Prof. Dr. Haydar Baş İmam Cafer eserinden)