İLK MÜSLÜMANLAR, HZ. ALİ’NİN VE HZ. ZEYD’İN MÜSLÜMAN OLUŞU…..

    Kâinâtın Efendisi, Hira’da aldığı peygamberlik vazifesini ilk olarak eşi Hz. Hatice’ye anlatmıştı. Eşi, böylesine ağır bir vazife­nin mesuliyetini zerreden kürreye vücut ve gönül ülkesinde yaşar hâldeyken; Cenab-ı Allah’ın Hz. Hatice’ye yaşattığı hâl çok mani­dardır.

<İLK MÜSLÜMANLAR, HZ. ALİ’NİN VE HZ. ZEYD’İN MÜSLÜMAN OLUŞU…..

O büyük kadın, ‘Bana ne oluyor bilmem?’ diye endişe du­yan Allah Resulü’ne; ‘Müjdeler olsun, sebat et. Canımı yed-i kud­retinde tutan Allah’a yemin ederim ki, Sen bu ümmetin Peygam­berisin. Allah, Seni asla bırakmaz. Sen sıla-yı rahim edersin, sözün doğrusunu söylersin, meşakkate sabredersin, misafirleri ağırlarsın, felakete uğrayanların yardımına koşarsın. Allah, böyle kuluna ke­fildir’ şeklindeki sözleriyle destek olmuş, gönlünü açmıştır.

Bu sözler onun ne kadar yüce ruhlu, faziletli ve inançlı bir ka­dın olduğunu göstermektedir. Cenab-ı Hakk’ın Kutlu Peygamberi­ne verdiği büyük lutuflardan biri de, kendisine Hz. Hatice gibi bir zevceyi nasib etmesidir.

Hz. Hatice, bu tecelli ile beraber İslam tarihine ismini Hatice­tü’l-Kübrâ (Büyük Hatice) olarak yazdırmıştır.

    Buradan çıkaracağımız nükte şudur: Dava eri evlenirken madde­si için değil, mânâsı için bir yardımcı aramalıdır. Yüce gönüllü bir eş seçmelidir.

Allah, sevdiği insanı, çoğu zaman en yakınlarının diline ve gön­lüne hakkı koyarak ikaz, irşad veya teselli eder, yol gösterir. Bu cilve sebebiyle; kişi, hem hayat arkadaşını, hem de dostlarını, gön­lünü Allah’ın tecellisine layık hâle getirmiş olanlardan seçmelidir ki; İlahî rahmetten istifadesi çok olsun.

Resul-i Ekrem Efendimiz, ilk Müslüman olma şerefine nâil olan eşine, Cebrail (a.s.)’dan öğrendiği şekilde abdest aldırdı ve imam olarak iki rekat namaz kıldırdı. Ulaştıkları gönül birliğini ‘Mutlak Bir’in önünde ve O’na sığınarak perçinlediler.

                 HZ. ALİ’NİN VE HZ. ZEYD’İN MÜSLÜMAN OLUŞU

Hz. Peygamber’in, İslam’a davet ettiği ikinci insan, Hz. Ali idi. Peygamberimiz, O’nu bir kıtlık zamanında çok çocuğu olan amcası Ebu Tâlib’e yardımcı olmak için Kendi yanına almıştı. O sıralar henüz beş yaşında olan Hz. Ali, aldığı eşsiz terbiyenin bir eseri olarak, akranlarına nazaran ahlakî olgunluk yönünden üstün bir se­viyede idi.

Bir gün Resulûllah’ı, Hz. Hatice ile namaz kılarken gördü ve yaptıklarının ne olduğunu sordu. Resul-i Ekrem; “Bu, Allah’ın Kendine seçtiği dinidir. Seni, putlardan yüz çevirmeye ve Allah’a iman etmeye çağırıyorum” deyince, bir an duraklayan Ali, babası­na danışmadan bir şey diyemeyeceğini söyledi. Resulûllah Efen­dimiz, henüz alenî tebliğ için emir almamış olduğundan, “Ey Ali! Söylediklerimi yaparsan yap. Yapmayacaksan, gördüğünü ve işit­tiğini gizli tut. Kimseye bir şey söyleme” diye kendisini ikaz etti. Kimseye bir şey söylemeyeceğine söz veren Ali, o gece çokça dü­şündü. Sabahleyin Resulûllah’ın huzuruna gelerek; “Allah, Beni yaratırken Ebu Tâlib’e sormadı ki, Ben de O’na ibadet etmek için gidip kendisine danışayım” dedi ve ilk Müslüman çocuk olma şe­refini kazandı. Müslüman olduğunda on yaşında idi.

               O’nun, “Ben ilmin şehriyim, Ali de bu şehrin kapısıdır” nebevî tebşirine ne derece layık olduğu, henüz 10 yaşında iken yaptığı kı­yas ve verdiği cevaptan anlaşılmaktadır.

Başka bir nükte de şudur: Birçok insanın, şeytanın bir iğvası ola­rak, Hıristiyan, Yahudi vs. çocuklarına acıdıklarını, bunların Müs­lümanlığı seçmesinin gayet zor olduğunu düşündüklerini görürüz. Şeytan, bu sûretle, Allah’ın -hâşâ- zâlim olduğuna hükmettirerek imanı zayıf olanları dinden çıkarmak ister. Hz. Ali’nin, bu kadar küçük yaşta bu kadar dâhiyane bir kıyasla Hakk’a yönelmesi; hem de ilk Müslüman olanlardan olması; bugünkü imkânlar göz önüne getirilerek, günümüz şartlarıyla kıyas edilirse; böylesine bir hatarâ­tın ne kadar abes olduğu daha rahat anlaşılır.

Diğer bir husus ise; tedbir ehli olmanın; zaman ve zeminin şartla­rını göz önünde tutarak firasetle hareket etmenin, Allah Resulü’nün tebliğ hayatında tuttuğu önemli yerin tebârüz etmesidir. Zor şartlar altında davasını yaymak zorunda kalan her dava eri, bu metoda çok dikkat etmelidir.

Hz. Ali’den sonra, Hz. Peygamber’in azatlı kölesi olan Zeyd Müslüman oldu. Hz. Resulü candan seven Zeyd, azad olduktan sonra, Allah Resulü ile kalmayı, babasının yanına gitmeye tercih etmiştir.

Bu olay, yani Hz. Ali’nin Hira Dağı’na Resulûllah ile beraber gitmesi ve Müslüman oluşu Ehl-i Beyt kaynaklarında şöyle anla­tılmaktadır:

“... İslam Peygamberi, Allah tarafından risalet için görevlendi­rilmeden önce her yıl bir ayını Hira Mağarası'nda ibadet ile geçi­rir ve sonra Mescidü’l-Haram’a gidip, Allah’ın Evi’ni tavaf edip, evine dönerdi. Acaba Aziz Peygamber, Hira’ya Ali’yi de götürür müydü, yoksa onu evde mi bırakırdı?

Tarihî gerçekler gösteriyor ki, Hz. Peygamber, Ali’yi evine gö­türdüğü ilk günden beri, onu asla kendi başına bırakmamıştır. Tarihçiler ­ şöyle yazıyor:

“Ali, Peygamber ile her zaman beraberdi. Peygamber ibadet için şehir dışındaki dağlara ve çöllere gittiği vakit bile Ali’yi yanında götürürdü.” (Şerh-u Nehcü’l-Belâğa, c. 13, s. 208, İbn-i Ebi’l-Hadîd )

Hz. Ali bu konuda şöyle diyor:

“Her yıl Hira Dağı’na çekilir, kulluğa koyulurdu. O’nu ben gö­rürdüm başkası göremezdi.” (Nehcü’l-Belâğa, 192. Hutbe  )

Buradan anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber, risaletten önce de sık sık Hira’ya gitmekteydi.

“Ben çocukluk çağlarında Hira Dağı’nda Peygamberin yanında iken, O’ndan dökülen vahiy ve risalet nurunu görüyor, O’nun nü­büvvet kokusunu duyuyordum.” (Şerh-u Nehcü’l-Belâğa, İbn-i Ebi’l-Hadîd, c. 13, s. 197  )

İmam Câfer-i Sâdık buyuruyor ki:

“Emirü’l-mü’minîn, İslam Peygamberinin bi’setinden önce risa­let nurunu görüyor ve vahiy meleğinin sesini duyuyordu.”

Hz. Peygamber bu konuda Hz. Ali’ye şöyle buyurdu: “Eğer Ben son peygamber olmasaydım, Sen Benden sonra nübüvvet makamı­na en layık kişi olurdun. Ama Sen Benim dost ve vârisimsin. Sen muttakîlerin önderi ve rehberisin.”  (Şerh-u Nehcü’l-Belâğa, İbn-i Ebi’l-Hadîd, c. 13, s. 310  )

Hz. Ali çocukluk çağlarında işittiği sesler hakkında şöyle diyor: “O’na vahiy gelirken, şeytanın feryadını duyduğumda, “Ya Resu­lallah, bu feryat nedir?” diye sordum. Buyurdu ki: “Bu feryat eden şeytandır. Kendisine halkın kulluk etmesinden ümidi kesti artık. Sen Benim duyduğumu duymadasın, gördüğümü görmedesin. An­cak sen peygamber değilsin, fakat vezirsin.” (Nehcü’l-Belâğa, Kâsıa Hutbesi; Hz. Ali’ye Neler Yaptılar, Cafer Sübhanî, s. 34)

 

Prof.Dr. Haydar BAŞ   Rahmeten li’l-Alemin cilt 1 Kitabı sayfa : 131 /135

Yazıyı hazırlayan: Gökhan Demir