Kâinâtın Efendisi, Hira’da aldığı peygamberlik vazifesini ilk olarak eşi Hz. Hatice’ye anlatmıştı. Eşi, böylesine ağır bir vazifenin mesuliyetini zerreden kürreye vücut ve gönül ülkesinde yaşar hâldeyken; Cenab-ı Allah’ın Hz. Hatice’ye yaşattığı hâl çok manidardır.
26-10-2024Kâinâtın Efendisi, Hira’da aldığı peygamberlik vazifesini ilk olarak eşi Hz. Hatice’ye anlatmıştı. Eşi, böylesine ağır bir vazifenin mesuliyetini zerreden kürreye vücut ve gönül ülkesinde yaşar hâldeyken; Cenab-ı Allah’ın Hz. Hatice’ye yaşattığı hâl çok manidardır.
O büyük kadın, ‘Bana ne oluyor bilmem?’ diye endişe duyan Allah Resulü’ne; ‘Müjdeler olsun, sebat et. Canımı yed-i kudretinde tutan Allah’a yemin ederim ki, Sen bu ümmetin Peygamberisin. Allah, Seni asla bırakmaz. Sen sıla-yı rahim edersin, sözün doğrusunu söylersin, meşakkate sabredersin, misafirleri ağırlarsın, felakete uğrayanların yardımına koşarsın. Allah, böyle kuluna kefildir’ şeklindeki sözleriyle destek olmuş, gönlünü açmıştır.
Bu sözler onun ne kadar yüce ruhlu, faziletli ve inançlı bir kadın olduğunu göstermektedir. Cenab-ı Hakk’ın Kutlu Peygamberine verdiği büyük lutuflardan biri de, kendisine Hz. Hatice gibi bir zevceyi nasib etmesidir.
Hz. Hatice, bu tecelli ile beraber İslam tarihine ismini Haticetü’l-Kübrâ (Büyük Hatice) olarak yazdırmıştır.
Buradan çıkaracağımız nükte şudur: Dava eri evlenirken maddesi için değil, mânâsı için bir yardımcı aramalıdır. Yüce gönüllü bir eş seçmelidir.
Allah, sevdiği insanı, çoğu zaman en yakınlarının diline ve gönlüne hakkı koyarak ikaz, irşad veya teselli eder, yol gösterir. Bu cilve sebebiyle; kişi, hem hayat arkadaşını, hem de dostlarını, gönlünü Allah’ın tecellisine layık hâle getirmiş olanlardan seçmelidir ki; İlahî rahmetten istifadesi çok olsun.
Resul-i Ekrem Efendimiz, ilk Müslüman olma şerefine nâil olan eşine, Cebrail (a.s.)’dan öğrendiği şekilde abdest aldırdı ve imam olarak iki rekat namaz kıldırdı. Ulaştıkları gönül birliğini ‘Mutlak Bir’in önünde ve O’na sığınarak perçinlediler.
HZ. ALİ’NİN VE HZ. ZEYD’İN MÜSLÜMAN OLUŞU
Hz. Peygamber’in, İslam’a davet ettiği ikinci insan, Hz. Ali idi. Peygamberimiz, O’nu bir kıtlık zamanında çok çocuğu olan amcası Ebu Tâlib’e yardımcı olmak için Kendi yanına almıştı. O sıralar henüz beş yaşında olan Hz. Ali, aldığı eşsiz terbiyenin bir eseri olarak, akranlarına nazaran ahlakî olgunluk yönünden üstün bir seviyede idi.
Bir gün Resulûllah’ı, Hz. Hatice ile namaz kılarken gördü ve yaptıklarının ne olduğunu sordu. Resul-i Ekrem; “Bu, Allah’ın Kendine seçtiği dinidir. Seni, putlardan yüz çevirmeye ve Allah’a iman etmeye çağırıyorum” deyince, bir an duraklayan Ali, babasına danışmadan bir şey diyemeyeceğini söyledi. Resulûllah Efendimiz, henüz alenî tebliğ için emir almamış olduğundan, “Ey Ali! Söylediklerimi yaparsan yap. Yapmayacaksan, gördüğünü ve işittiğini gizli tut. Kimseye bir şey söyleme” diye kendisini ikaz etti. Kimseye bir şey söylemeyeceğine söz veren Ali, o gece çokça düşündü. Sabahleyin Resulûllah’ın huzuruna gelerek; “Allah, Beni yaratırken Ebu Tâlib’e sormadı ki, Ben de O’na ibadet etmek için gidip kendisine danışayım” dedi ve ilk Müslüman çocuk olma şerefini kazandı. Müslüman olduğunda on yaşında idi.
O’nun, “Ben ilmin şehriyim, Ali de bu şehrin kapısıdır” nebevî tebşirine ne derece layık olduğu, henüz 10 yaşında iken yaptığı kıyas ve verdiği cevaptan anlaşılmaktadır.
Başka bir nükte de şudur: Birçok insanın, şeytanın bir iğvası olarak, Hıristiyan, Yahudi vs. çocuklarına acıdıklarını, bunların Müslümanlığı seçmesinin gayet zor olduğunu düşündüklerini görürüz. Şeytan, bu sûretle, Allah’ın -hâşâ- zâlim olduğuna hükmettirerek imanı zayıf olanları dinden çıkarmak ister. İmam Ali’nin, bu kadar küçük yaşta bu kadar dâhiyane bir kıyasla Hakk’a yönelmesi; hem de ilk Müslüman olanlardan olması; bugünkü imkânlar göz önüne getirilerek, günümüz şartlarıyla kıyas edilirse; böylesine bir hatarâtın ne kadar abes olduğu daha rahat anlaşılır.
Diğer bir husus ise; tedbir ehli olmanın; zaman ve zeminin şartlarını göz önünde tutarak firasetle hareket etmenin, Allah Resulü’nün tebliğ hayatında tuttuğu önemli yerin tebârüz etmesidir. Zor şartlar altında davasını yaymak zorunda kalan her dava eri, bu metoda çok dikkat etmelidir.
İmam Ali’den sonra, Hz. Peygamber’in azatlı kölesi olan Zeyd Müslüman oldu. Hz. Resulü candan seven Zeyd, azad olduktan sonra, Allah Resulü ile kalmayı, babasının yanına gitmeye tercih etmiştir.
Bu olay, yani İmam Ali’nin Hira Dağı’na Resulûllah ile beraber gitmesi ve Müslüman oluşu Ehl-i Beyt kaynaklarında şöyle anlatılmaktadır:
... İslam Peygamberi, Allah tarafından risalet için görevlendirilmeden önce her yıl bir ayını Hira Mağarası'nda ibadet ile geçirir ve sonra Mescidü’l-Haram’a gidip, Allah’ın Evi’ni tavaf edip, evine dönerdi. Acaba Aziz Peygamber, Hira’ya Ali’yi de götürür müydü, yoksa onu evde mi bırakırdı?
Tarihî gerçekler gösteriyor ki, Hz. Peygamber, Ali’yi evine götürdüğü ilk günden beri, onu asla kendi başına bırakmamıştır. Tarihçiler şöyle yazıyor:
“Ali, Peygamber ile her zaman beraberdi. Peygamber ibadet için şehir dışındaki dağlara ve çöllere gittiği vakit bile Ali’yi yanında götürürdü.” (Şerh-u Nehcü’l-Belâğa, c. 13, s. 208, İbn-i Ebi’l-Hadîd )
İmam Ali bu konuda şöyle diyor:
“Her yıl Hira Dağı’na çekilir, kulluğa koyulurdu. O’nu ben görürdüm başkası göremezdi.” (Nehcü’l-Belâğa, 192. Hutbe )
Buradan anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber, risaletten önce de sık sık Hira’ya gitmekteydi.
“Ben çocukluk çağlarında Hira Dağı’nda Peygamberin yanında iken, O’ndan dökülen vahiy ve risalet nurunu görüyor, O’nun nübüvvet kokusunu duyuyordum.” (Şerh-u Nehcü’l-Belâğa, İbn-i Ebi’l-Hadîd, c. 13, s. 197 )
İmam Câfer-i Sâdık buyuruyor ki:
“Emirü’l-mü’minîn, İslam Peygamberinin bi’setinden önce risalet nurunu görüyor ve vahiy meleğinin sesini duyuyordu.”
Hz. Peygamber bu konuda Hz. Ali’ye şöyle buyurdu: “Eğer Ben son peygamber olmasaydım, Sen Benden sonra nübüvvet makamına en layık kişi olurdun. Ama Sen Benim dost ve vârisimsin. Sen muttakîlerin önderi ve rehberisin.” (Şerh-u Nehcü’l-Belâğa, İbn-i Ebi’l-Hadîd, c. 13, s. 310 )
Hz. Ali çocukluk çağlarında işittiği sesler hakkında şöyle diyor: “O’na vahiy gelirken, şeytanın feryadını duyduğumda, “Ya Resulallah, bu feryat nedir?” diye sordum. Buyurdu ki: “Bu feryat eden şeytandır. Kendisine halkın kulluk etmesinden ümidi kesti artık. Sen Benim duyduğumu duymadasın, gördüğümü görmedesin. Ancak sen peygamber değilsin, fakat vezirsin.” (Nehcü’l-Belâğa, Kâsıa Hutbesi; Hz. Ali’ye Neler Yaptılar, Cafer Sübhanî, s. 34)
Prof.Dr. Haydar BAŞ Rahmeten li’l-Alemin cilt 1 Kitabı sayfa : 131 /135
Yazıyı hazırlayan: Gökhan Demir