HİKMETLER II….. (Habeşistana zorlu yolculukta)

Dünden devam eden                                      

     Günümüzün dava erleri de aynı şahsiyet, kararlılık, hakkaniyet ve nezakete ulaşmak için çok gayret etmeli; bu noktada kâmil in­sanların rehberlik ve irşadından istifade etmesini bilmelidirler.

<HİKMETLER II….. (Habeşistana zorlu yolculukta)

Şunu da hemen belirtelim ki; günümüzde maalesef gayrimüs­limlere yaranmak; sözüm ona, kuşatıcı olmak için tavizler verip; Kur’an ayetlerini de yanlış yorumlayan bazı âlimlerin(?), bu ta­vırlarıyla, dinleri birleştirip bu sûretle, kendi muharref dinlerini Kur’an’ın mertebesine çıkarmak isteyenlerin ekmeklerine yağ sür­düklerini görüyoruz. Bu komplekse sahip olanların, Hz. Câfer’in şu siyaset ve başarısını defaatle okuyup idrak etmeye çalışmalarını temenni ediyoruz.

    Hz. Câfer’in başarısında istişarenin de büyük rolü vardı. Zira, o, vazifeye tâlip olmamış; layık görülmüştür. Bu sûretle nefsini aradan çıkarmıştır.

Allah Resulü, Allah’ın “Onlarla istişare et” emrini esas alarak her zaman ashabıyla istişare etmiş, onlara da bunu yapmalarını tavsiye etmekten geri durmamıştı. Sahabe-i Kiram da, hatayı en aza indirmek, en doğru olanı seçebilmek, aynı zamanda da nefisleri aradan çıkarıp Allah’ın rahmet, inayet ve bereketini celbetmek için bu tavsiyeden asla ayrılmamışlardır.

    Kureyş müşriklerinin, hasedleri sebebiyle, malum uzaklığı hiçe sayarak Müslümanları takip etmeleri; inananların varlıklarına, uzakta olsalar bile tahammül edemeyecek kadar kin ve düşmanlık dolu olduklarını göstermektedir. Onların bütün düşmanlıklarının kaynağını hased, kin, cehalet ve taassupları oluşturmaktadır.

Böylelikle, Kureyşlilerin eli boş dönmesinden sonra, Habeşis­tan’da Müslüman muhacirler ile yerli halk çok iyi geçinmişler, dinî vazifelerini rahatlıkla ifa edebilme imkânı bulmuşlardır.

Müslümanlar Habeşistan’da böylece yaşayıp dururlarken; “Mek­kelilerle Müslümanlar anlaşmışlar; müşriklerin büyükleri İslam’ı kabul etmişler” şeklinde bir söylenti duyarak bazıları anayurtlarına dönmek istediler. 39 kişilik bir kafile yola çıktı. Mekke’ye yak­laştıklarında haberlerin asılsız olduğunu öğrendiler. Bir kısmı geri döndü. Bir kısmı da tebdil-i kıyafetle gizlice şehre girdiler.

Habeşistan’daki Müslümanların bir kısmı Medine’ye hicrete ka­dar; bir kısmı da daha uzun bir müddet orada kalmışlardır.

      Hıristiyanların, Hakkı kabul etmemesinin sebebinin de ceha­let, inat ve taassub olduğunu görüyoruz. Zira, Hıristiyanlığı çok iyi bildiği için Necaşi, İslam’ı tasdik etmiştir. Kendi kitaplarında Hz. Peygamber’in müjdesi olduğunu ikrar eden Necaşi’nin ilmi kendi­sine, İslam’ı tasdik edişinde perde değil rehber olmuştur.

Habeşistan’a hicret, hülasa olarak şu hikmetleri içermektedir:

    Mekke’de Müslümanlar ciddi bir takibe, elim bir zulme mâruz kalınca Habeşistan’a hicret etmek zorunda kaldılar. Zira, Mekke’de inancını yaşama imkanı bulamayan sahabe, ya inancından taviz ve­recek veya davasından vazgeçecekti.

 

     Resulûllah’ın ve de sahabenin hayatını tetkik ettiğimizde, yaşa­manın gayesinin sadece Allah’a kulluk olduğunu görüyoruz. Zaten Kur’an-ı Kerim’de; “Ben, cinleri ve insanları ancak Bana kul ol­sunlar diye yarattım” buyuruluyor. Bu münasebetle mü’minin vata­nı, inancını yaşayacağı yer olacağından, inanca vatan arama ihtiya­cı duyulup, bu sebeple de Habeşistan’a hicret edilmiştir. Denilebilir ki; mü’min ancak inancını yaşamak için hicret edip hayatını tehli­keye atar. Maddî hayatını kazanması için inancını tehlikeye atması ise câiz değildir. Zaten tercih edeceği böyle bir hayat da gayesiz ve maksatsız olduğu için, kulluktan uzaktır.

İnsanı, eşref-i mahlûkat yapan en mukaddes yol, İslam’ı yaşa­masıdır. Bu yaşayış olmadıktan sonra, insanın diğer varlıklardan farkı olmadığı gibi onlardan da aşağı olur. Zira, onda, en üstün ha­kikat olarak; Allah’a vâsıl olma imkanı ve kabiliyeti vardır. O, bu yönü ile eşreftir. Aksi hâlde, hayatı sadece mideden ibaret görmek ve hayatı bunun üzerine bina etmek, ondaki yaratılış gaye ve mak­sadını imha etmektir ki, bu hadise de ancak elim bir neticedir.

Esasen; Müslümanın aslî vatanı cennettir. İnsanın dünyada yer­leştiği mekânlar ise uğrak yeri olup, imtihan mekânıdır. Maksat, o mekânlarda, Allah’ın rızasına uygun ameller işleyebilmektir. An­cak o zaman, insan yaşadığı yerde aslî vatanın kokusunu alır. Bu kokuyu duymak ise, saadetlerin en büyüğüdür. Öyleyse; kulun gö­zünde, yaşadığı mekân, cennete ulaştırıcı vasıfta olup olmamasına göre değer kazanmalıdır. Hâl böyle olunca; gerektiğinde inancını yaşayacağı bir beldeye hicret etmek; mü’min için cennete koşusun bir müjdesi ve sembolü olacaktır ki, bu da en büyük saadettir. Ne mutlu, bu saadeti yaşayanlara!

Müslümanların Habeşistan’a göç etmeleri, İslam’ın yayılması yönünden de büyük hayırlara vesile olmuştur. Oradaki Müslüman­lar, ticarî bir uğrak yeri olmasından da yararlanarak, birçok insanın İslam’ı duymasına ve Hak yolunu seçmesine vesile olmuşlardır.

 

Prof.Dr. Haydar BAŞ   Rahmeten li’l-Alemin cilt 1 Kitabı sayfa : 223 /228

Yazıyı hazırlayan: Gökhan Demir