HAKLAR, VAZİFELER VE HÜRRİYETLER.....

   Hak ve vazife kavramı, yetki-mesuliyet münasebeti gibi birbiri­ne yakın, birbirini tamamlayan mefhumlardır. Bir hak, beraberin­de vazife şuurunu da taşır. Her hak bir yetkinin, her vazife de bir mesuliyetin sebebidir.

<HAKLAR, VAZİFELER VE HÜRRİYETLER.....

Hürriyet ise, ubûdiyet şartlarında ve meşrû dairede bir mükellefin hareket serbestliğidir. Hak ve vazife, bir bas­kıya neden olacak bir imtiyaz sebebi olmadığı gibi, hürriyet de, mesuliyet hissi taşımadan, aşırı bir başıboşluğa gidiş değildir.

Vedâ Hutbesi, bu husustaki ölçü ve incelikleri de ortaya koy­maktadır. Hak kavramı ve ölçüsünü Cenab-ı Hak ortaya koymuştur. Bunu ifadeyle Resulûllah Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:

“Ey insanlar! Cenab-ı Hak, hak sahibine hakkını Kur’an’da ver­miştir. Vârise vasiyet etmeğe lüzum yoktur.”

Vedâ Hutbesi’nde, ilmi ve doğruyu yayma ve hakkı tebliğ etme hürriyet ve vazifesi de vurgulanır. Bütün hak ve hürriyetler, mesu­liyetlerle dengeli ve hak adınadır. “Bu nasihatlarımı; burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin. Olabilir ki, kendisine bildirilenler, burada bulunanlardan daha iyi anlayarak daha iyi muhafaza etmiş olurlar.”

“(Kâfirleri) İslam dinine girmek için zorlamak yoktur. İman ile küfür kesin olarak meydana çıkmıştır.” (Bakara, 256)

Bu, Müslümanların hâkim olduğu toplumlarda din hürriyeti­nin geniş bir uygulamasıdır. Müslümanların kurdukları devletlerin dışında hiçbir devlet, insanları hür bırakmamıştır. Müslümanlar, başka dine mensup kişilerin ülkesini fethetmelerine ve o toprak­larda uzun yıllar yaşamalarına rağmen, o dinin mensuplarına asla zulmetmemişlerdir. Şayet, Müslümanlar fethettikleri yerlerde in­sanları İslam dinine girmeye zorlasalardı, onlara hiç kimse mâni olamazdı. Ama onlar bunu yapmamışlardır.

Gayrimüslimler ise; girdikleri ülkelerde insanları zorla din de­ğiştirmeye zorlamışlar, direnenleri de öldürmüşlerdir. Hıristiyan­lar, İspanya’yı işgal etmeden önce orada 30 milyon Müslüman var­dı. Ancak, bugün orda kaç tane Müslüman bulabilirsiniz? Bunun yanında; Müslümanların asırlarca hâkim olarak yaşadıkları yer­lerde bugün hâlâ Hıristiyan ve Yahudilere, gayrimüslimlere fazla­sıyla rastlamak mümkündür. Bir örnek vermek gerekirse; bugün Hindistan’da gayrimüslimler çoğunluktadır. Hâlbuki Hindistan’da Müslümanlar 800 sene hükümrân olmuşlardır.

Bir defasında I. Sultan Selim, Hıristiyan çocuklarını toplayıp onları İslam’a göre yetiştirmeyi düşünmüştü. İslam uleması buna karşı geldiler. Bunu câiz görmediler. O da bu görüşünden vazgeçti.

Müslümanların, fethettikleri ülke ahalisiyle yaptıkları anlaşma­lara bakarsak; ne kadar müsamahalı ve hoşgörülü davrandıklarını rahatlıkla görürüz. İslam daveti, kalplere ancak ikna etmek sûretiy­le girebilir. Bugün Filistin’de Müslümanlara zulüm yapan Yahudiler, 15. as­rın sonunda İspanya’dan sürüldüklerinde, onlara Osmanlılar sahip çıkmış ve onları inançlarında hür ve huzur içinde yaşatmıştır.

Batılıların tarihi hep inançlara müdahale etmek ve inanç hürri­yetlerini kısıtlamakla doludur. Konstantin, Yahudilerin kulaklarının kesilip sonra da çeşitli ülkelere sürgüne gönderilmelerini emret­mişti. Yine 5. asırda Roma İmparatoru, Yahudilerin sığınaklarının, ibabethânelerinin yıkılmasını emretti. Onları ibadetten men etti. Mallarından, herhangi birine yapacakları vasiyeti geçersiz saydı. Davalarının haklılığında delil getirmeye kalkıştıklarında, mallarını yağmalattı.

Roma İmparatoru, ülkesinde ne kadar Yahudi varsa hepsini iş­kenceye tâbi tuttu. Diğer devletler de, ülkelerindeki Yahudilere zu­lüm ve işkence yapılmasını da ayrıca istemişti. Daha sonra Yahudi­ler, İspanya’da şu üç şarttan birini kabul etmeye mecbur edildiler: Hıristiyanlığı kabul edecekler, şayet kabul etmezlerse hapsedile­cekler. Ondan da yüz çevirecek olurlarsa o zaman vatanlarından sürgün edileceklerdir. Vatanlarından sürgün edilenlere de Osmanlı­lar sahip çıkmıştır. Bu da, Müslümanların din ve vicdan hürriyetle­rine gösterdikleri müsamahanın en güzel örneğidir.

Katoliklerin çıkardığı kanunlardan bir tanesi de şudur: “Bir Ya­hudi ile yemek yemek câiz değildir. Çocukları Hıristiyan terbiyesi üzerine yetiştirmek için onlardan uzak tutmak şarttır.” Batılıların bu anlayışı hâlâ devam etmektedir.

Resulûllah’ın insanları dinlerinde serbest bırakması, onları zor­la dine çekmeye çalışmaması, O’nun peygamberliğine en büyük delildir. Âlemde mâkul olan tek savaş varsa, o da peygamberlerin savaşıdır. Çünkü, beşeriyetin huzur bulması Allah’ın kanunlarının hayata hâkim olmasıyla mümkündür.

“Ey insanlar! Yarın Beni sizden soracaklar. Ne dersiniz? Risale­timi tebliğ ettim mi, vazifemi yaptım mı?” diyerek, hakkı tebliği­ne ve vazifesini yerine getirdiğine dair insanları şahit tutuyor. Bu; doğruyu yayma, mesuliyeti hissetme ve vazifeye sahip çıkmanın eşsiz örneğidir.

 

Prof.Dr. Haydar BAŞ   Rahmetenli'l-alemin cilt 2 Kitabı sayfa : 533 /536

Yazıyı hazırlayan: Gökhan Demir