Ebu Cehil’de ‘Muhammed’siz (s.a.a.) bir din’ istiyordu

O takdirde bu insan namaz da kılsa, oruç da tutsa, hacca da gitse, zekât da verse değil mi ki dinin esası olan Muhammed Mustafa Aleyhisselam Efendimizi devreden çıkardın; senin adın mümin, Müslüman olamaz

<Ebu Cehil’de ‘Muhammed’siz (s.a.a.) bir din’ istiyordu

TÜRK-AZ HABER / İMAN VE İNSAN

"Muhammed'e (s.a.a.) gerek yok. Doğruları söyleyelim, konuşalım, yapalım. Muhammed'siz de (s.a.a.) bu iş olur. Veya bir başka peygamberle olur. Bir başka peygamberin şeriatını biz yerine getirirsek o da, Allah'ın şeriatıdır.

Dolayısıyla Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.) gerek yoktur" gibi tamamen şeytanın yolu olan bir yolu açıp, Allah'ın son peygamberini unutturan bir yola girersen ki, zamanımızın en büyük fitnesi de bu; "Muhammed'siz (s.a.a.) bir din, peygambersiz bir din."

O takdirde bu insan namaz da kılsa, oruç da tutsa, hacca da gitse, zekât da verse değil mi ki dinin esası olan Muhammed Mustafa Aleyhisselam Efendimizi devreden çıkardın; senin adın mümin, Müslüman olamaz.

Şimdi işin enteresan tarafı şudur: Bakınız; Ebu Cehil, Allah'ı kabul ediyordu. Ebu Leheb, Allah'ı kabul ediyordu. Yani, bunların Allah'la bir derdi yoktu. Hatta Ebu Leheb'le Ebu Cehil uzaklardan gelen, Beytullah'ı ziyaret etmeye gelen o günün şartlarındaki kervanda bulunanlar ne kadar insan, elli kişi, atmış kişi, yüz kişi neyse bunları ağırlar.

Neyle beraber? Kendi mülkleriyle beraber. Koyunu var, keçisi var, devesi var kesip onlara ikram ederdi. Beytullah'ın içini, dışını temizlerlerdi.

Peygamber Aleyhisselam Efendimiz'in risaletinden sonra ne dediler: "Güzel de Allah seçse, bunu niye seçsin ki, bu yetim adam. Bizim gibi itibarlı değil. Beni seçerdi."

Ebu Leheb de, Ebu Cehil de, "O halde o peygamber olamaz değildir" dediler.

Şimdi bu kadar hizmet etmesine, Allah'ı kabul etmesine rağmen Peygamber Aleyhisselam Efendimiz'i dışladığı için adı Ebu Cehil oldu. Ebu Leheb oldu.

Bak Allah onu tel'in ediyor. Tebbet suresinde öyle değil mi? Yani Peygamber Aleyhisselam Efendimiz'in döneminde, peygamberi inkâr etmek caiz değil. Bugün caiz mi? Bugün de caiz değil. Dün Ebu Leheb'in düştüğü denilik neyse aynı fiili icra edenin de düşeceği denilik budur. Allah'ın laneti, onların üzerinedir.

Ne diyordu onlar: "Ha! Biz bu putlara tapıyoruz ama bu putlar, Allah'a bizi taşıyacak vesile olacak."

Cenâb-ı Hak diyor ki: "Onlar, sizi hiçbir yere taşıyamaz. Muhammed'imi (s.a.a.) Ben elçi olarak gönderdim. O, sizi bana taşıyacak." Onlar da nefislerine ağır geldi, "Muhammed'se (s.a.a.) hayır!" dediler.

Şimdi günümüze geliyoruz. Aynı fiil bugün icra ediliyor. Yani dün icra edilen, bu fiili işleyenlerin adı kâfirdi. Bugünkünün adı ne olacak? Aynısı olacak. Aynı eylem yapılıyor. "E, baksana efendim bunlar da Allah'ı kabul ediyor." Ediyor ama arada elçi yok. Lat'a, Uzza, Menat'a tapar gibi artık güçleri devreye koyuyorlar.

Anlaşıldı mı? Binaenaleyh Muhammed'siz (s.a.a.) hakikat olamaz.
Muhammed'siz (s.a.a.) din olamaz. Mümin asla olunamaz, diye özetleyebiliriz.

Mevlid-i Şerif'te de Süleyman Çelebi diyor ki:

"Bîle yazdım adın ile adımı.
Hem dedi kim ya Muhammed ben seni
Bilürem görmeye doymazsın beni."

Yani, Allah onu o kadar çok seviyor ki, adını kendi adıyla bir yazıyor… Allah anlayanlardan etsin efendim.

Olayı günümüze taşırsak; dinler arası diyalog, diyerek, Peygamber'i (s.a.a.) ve İslam'ı devreden çıkartmak isteyenlerin hezeyanı aslında öyle doruk noktada bir küfrü mutlaktır ki, onların kurtuluşu asla mümkün değildir.

İman ettik, diyerek hem nefislerini ve hem de etrafını, etbaını kandırıyorlar. Allah onlara hidayet nasip etsin.

En büyük bela ve musibetler Resûlullah'ın (s.a.a.) hayatında, ona gelmiş. Bir hadiste: "Allah kime hayır, iyilik dilerse ona musibet verir."  

Bir başka hadiste de: "Serveti kaybolmayan vücudu hastalanmayan kulda hayır yoktur. Allah bir kulunu sevince ona bela ve musibet veriyor."  

Bu nasıl bir şeydir?

Şimdi belanın cilveleri vardır. Hikmetleri vardır. Ben bunu eskiden çok söylerdim. Dişiniz ağrır, sabaha kadar. O diş sana, Allah'ı zikrettirir. "Oy dişim Allah Allah. Allah'ım ya Rabbi dişim. Allah'ım." Yani, o diş ağrısı Allah'a seni yaklaştırır.

Farklı bir rahatsızlık şifa bulman için yalvararak Allah'a seni yaklaştırır. Öyle değil midir? Yani, musibetler hep seni O'nun kapısına yöneltir. Oraya koşarsın…

İşte o musibet seni, Allah'a yaklaştırıyor. Allah'a insanı yönelten musibetlerde insanı yükseltiyor. Onun için sevdiği kuluna musibet isabet ettirir ki, yükselsin, hep o deni âlemde kalmasın.

Hürriyet neydi?

Allah'ın, kulunun kalbine tecelli etmesi değil miydi? Şimdi musibetler onu yükseltiyor, kalbinde Allah'a doğru yola çıkıyor.

O musibetler, bir de bakıyorsunuz dünyanın en müthiş en muazzam serveti. Allah'ın tecellisi. Allah'ı yaşamak, Allah'ı görmek, O'nun tecellisine mazhar olmak.

Allah, ona nazar ediyor. Şimdi, bu kadar büyük servet olur mu? Bak dikeni batırdı ayağına veya bir tarafında bir rahatsızlık çıktı.

Ama öyle bir aldı götürdü seni ki; o seni meylettirdi. Nereye? Hayra.

Nereye meylettirdi? Allah'ı zikretmeye. Ubudiyyete.

İşte bütün bunlar seni, Allah'a taşıyor. E, şimdi seni Allah'a taşıyan binek, Burak kötü olur mu? 

Sonra bir başka manada o musibetler, sendeki kiri, pası temizler. O çile seni tertemiz eder. Günahlarının affına vesile olur. Diye hulasa edebiliriz efendim." (Prof. Dr. Haydar Baş Ramazan Sohbetlerinden)