BÜYÜK BEDİR SAVAŞI (M.624) II.....

Dünden devam eden

     Ordu, Bedir’e doğru yol alıyordu. Allah Elçisi zafer muştularını arkadaşlarına iletiyor; “And olsun ki, ölecek kimselerin düşüp uza­nacaklarını görür gibiyim” diyordu.

<BÜYÜK BEDİR SAVAŞI (M.624) II.....

Nihayet Bedir’e gelindi. Ordu konakladı. Karargâhı kurma ha­zırlıkları başlayınca Hubab b. Münzir, orduyu yerleştirme planının İlahî bir işaretle mi, yoksa kendi reyi ile mi olduğunu sordu. Allah Resulü, kendi tedbiri olduğunu söyleyince Hubab, stratejik bakım­dan daha uygun, gerekçeli bir plan sundu. Hz. Peygamber, bu planı daha uygun buldu. Savaşın en kritik döneminde, ordusunun bir ne­ferinin görüşüne döndü; böylece güzel olanın kimden gelirse gelsin takdir edilmesi gerçeğini fiilî olarak vurgulamış oldu.

Kureyş ticaret kervanı kaçıp kurtulmuş; Ebu Süfyan, haber gön­dererek ordunun Mekke’ye geri gelmesini istemişti. Fakat Ebu Cehil kararında ısrarlı idi; savaşmak istemeyen arkadaşları için; “Onlar Muhammed’i görünce korkudan ciğerleri şişmiştir” diyerek alay ediyordu. Artık savaş kaçınılmazdı...

İki ordu savaşa hazır duruma gelmişti. Arap geleneğine göre, savaş başlamadan önce her iki taraftan bir iki kişi çıkar ve teke tek çarpışırlardı. Kureyş’ten üç kişi çıkmış, karşılarına duracak er isti­yorlardı. Hz. Peygamber (s.a.v.); “Kalk ey Hamza, kalk ey Ubeyde b. Hâris, kalk ey Ali!” diyerek mü’minlerden üç kişi seçti. Müslü­manlardan her biri, düşmanını yere sermişti. Savaş kızışmaya baş­ladı. Resulûllah ashabına, emir verinceye kadar hamle yapmama­larını emretti.

Kendisi için hazırlanan gölgeliğe çekilen Allah Resulü dua edi­yor, Rabbinden vaadini lutfetmesini diliyordu:

“İlahi, eğer şu bir avuç Müslüman topluluğu helak olursa, yer­yüzünde Sana ibadet edecek kimse kalmaz. Rabbim zafer vaadini lutfet!”

Ridası omuzlarından düşecek kadar dua esnasında kendinden geçen Allah Resulü, her türlü vesileye yapışmanın yanında netice­nin Allah’a ait olduğunu, Allah’a dayanmaktan başka yol bulunma­dığını bir kez daha vurguluyordu. Hatta, bu dua ve yakarışında öyle bir noktaya geldi ki Allah Resulü, Hz. Ebubekir dayanamayarak; “Rabbine bu kadar dua yeter! Mutlaka O, Sana vermiş olduğu sözü yerine getirecektir” dedi.

Kısa bir uyku faslından sonra tebessüm ederek zafer müjde­sini terennüm ediyordu. Allah yardımını melekleri vasıtasıyla mü’minlere ulaştıracaktı:

“Hani siz, Rabbinizden yardım istiyordunuz da, buna karşılık olarak O; ‘Ben size peş peşe gelen bin melekle yardım edeceğim’ diyerek duanızı kabul buyurdu.” (Enfâl, 9 )

Yağmuru bulutla yağdırdığı, dünyayı güneşle aydınlattığı gibi, Bedir günü yardımını da melekler vesilesiyle ulaştırmıştı. Bütün bunlar Rabbanî tecellilerdir. Allah’ın yardımı hak olduğu gibi, ve­sileyi de kabullenmek haktır. Elbette ki yardım Allah katındandır. (Enfâl, 10) Bu yardım gösterdi ki; Allah’ın kullarına olan ihsan ve lütuflarında vesilelerin bulunması, İlahî bir düzenleme gereğidir. Bedir günü, bu İlahî düzenleme, müşahhas olarak kendini gösterdi.

Resulûllah gölgelikten; “Bugün şu topluluk hezimete uğrayacak ve arkalarını dönüp kaçacaklardır” (Kamer, 65) ayet-i kerimesini okuyarak çıktı ve mü’minleri teşvik etti. Savaş en şiddetli hâlini almağa başladı.

Allah Elçisi, bir avuç toprak alarak Kureyş’in üzerine attı. Ku­reyş dağılmaya başlamıştı bile. Zira, toprağı atan el Resul’e aitti; ama atan Resul değildi. Müşriklerin kellesini uçuran kılıcı Ashab-ı Kiram taşıyordu, ama onlar öldürmüyorlardı. Onlar birer vesile idi­ler. Rabbanî mesaj şöyle ifade ediyordu:

“Onları siz öldürmediniz; fakat Allah öldürdü. (Çakılları) attığın zaman da Sen atmadın; Allah attı.” (Enfâl, 17)

 

Prof.Dr. Haydar BAŞ   Rahmeten li’l-Alemin cilt 1 Kitabı sayfa :  419 /426

Yazıyı hazırlayan: Gökhan Demir

 

Devam edecek