Atatürk’ün ibadet anlayışı.....

Kendi beyanı ile O, cihat Müslümanıdır. İbadet konusunda eksiklikleri vardır ancak hayatının hiçbir döneminde bir haramı helal ya da bir helali haram yapmaya kalkışmamıştır

<Atatürk’ün ibadet anlayışı.....

"… Atatürk'ün ibadet anlayışını Bektaşî bir mantıkla ele almak gerekmektedir. Kendi beyanı ile O, cihat Müslümanıdır. İbadet konusunda eksiklikleri vardır ancak hayatının hiçbir döneminde bir haramı helal ya da bir helali haram yapmaya kalkışmamıştır.

Bektaşî değerleriyle hareketin ne mânâya geldiğini anlamak için önce 1826 senesine gidelim.

Osmanlı döneminde Vaka-i Hayriye (hayırlı vaka) olarak tarihe geçen kara lekeyi değerlendirelim.

1826 senesinde binlere yeniçeri katledilmiş, binlercesi sürgüne gönderilmiş ve tüm Bektaşî tekkeleri için yıkılma kararı alınmıştır.

"Çeşitli kaynaklarda, İstanbul'da 3 bin yeniçeri çatışmalarda, 8 bin yeniçeri ise idam edilerek katledildiler. On binlerce yeniçeri ise sürgün edilerek cezalandırıldı.

II. Mahmud özellikle dinî unsurları kullanmış; sancak-i şerif Sultan Ahmed Camii minberine konulmuş olup, tüm İstanbul'da münadiler tarafından sancağın altında yeniçerilere karşı toplanılması noktasında çağrılar yapılmıştır.

Ayrıca yeniçeri ocağının kaldırılmasıyla ilgili şeyhülislam ve diğer tarikatları da işin içine dahil eden II. Mahmud, ocağın kapatılmasını her yönüyle dinî argümanlar üzerine oturtmuştur.

Yeniçeri ocağı imha edilirken yaşanan vahşete tanıklık eden dönemin İngiliz Büyükelçisi Lord Stanford Canning yeniçeri katliamını şöyle anlatıyor:

"Kurbanların yalvarıp yakarması hep boşunaydı. Kimi Sultan'ın top ateşi altında biçilmiş, kimi kılıçtan geçirilmiş bu insanlar çoluk çocuk sahibi kimselerdi.

Nasılsa o arbededen kurtulanların çilesi daha hafif olmadı. Acele bir mahkeme kuruldu, yakalanan her yeniçeri kadı'nın önünden geçip kendini celladın önünde buldu. Halk bu içler acısı olayları görmemek için sokağa çıkmaz olmuştu. Marmara denizi ölülerle beneklendi."

Dergâhlar kapatıldığında, babalar ve müridleri tutuklanarak darphane mahzenine hapsedilirler. Kıncı Baba, İstanbul ağası Ahmed Baba ve Salih Baba idam edilir. Diğerleri sürgün edilir.

"II. Mahmud, Rumeli'deki Bektaşî tekkelerinin yıkımının ve Bektaşîlerin durumlarının kontrolünü sağlamak için Hacı Ali Bey ve ulemadan Pirlepeli Ali Ağa'yı, Anadolu tekkelerini yıktırmak için de Cebecibaşı Ali Ağa ve müderrislerden Çerkeşi Mehmed Efendi'yi 1 Ağustos 1826'da tayin etti."

İşte bu baskı ortamında Aleviler ve Bektaşiler, imanlarını korumakla beraber dinlerini öğrenememiş, kaynakları yakıldığı için bilgisiz kalmış, babalar idam ve sürgün edildiği için gizli bir şekilde dilden dile dolaşanlarla inançlarını muhafaza etmişlerdir.

Atatürk, tam bir Müslümandı. Ancak bildiği ve yaşadığı baskı ortamından kurtuluşun çaresini, hakimiyet-i millîyede ve Kur'an-ı Kerim'in Müslümanlarca öğrenilmesiyle fetva tahakkümünü bitirmekte görmüştür.

Bu gerekçe ile hutbeleri de tam bir Türkçe ile hazırlanmasına ve halkın anlamasına açmıştır.

Çalışmalar daha sonra netleşecektir fakat dediklerimize kendisi henüz 1 Mart 1922'de meclisin 3. toplanma yılını açarken temas eder:

"Efendiler! Camilerin mukaddes minberleri halkın ruhanî, ahlakî gıdalarına en yüce kaynaklardır.

Dolayısıyla, camilerin ve mescidlerin minberlerinden halkı aydınlatacak ve doğru yolu gösterecek kıymetli hutbelerin muhteviyatını halkın öğrenmesi imkanını temin Şer'iye Vekaleti celilesinin mühim bir vazifesidir.

Minberlerden halkın anlayabileceği lisanla ruh ve beyne hitap olunmakla ehl-i İslam'ın vücudu canlanır, beyni saflanır, imanı kuvvetlenir, kalbi cesaret bulur."

Bir zat Atatürk'e bir mektup yazar:

"Sevgili Paşam! Yüksek vasıflarını pek iyi bildiğimiz Türk milleti, İstiklal Savaşı'nda ne istedinizse size verdi. Para istedin, varını yoğunu verdi. Can istedin, en kıymetli evlatlarını verdi. Fedakârlık istedin, kadınlar omuzlarında cephane taşıdı. Bu millet, vatan uğrunda, istiklal uğrunda her şeyini verdi. Gene verir.

Ancak, bir şeyini vermez Paşam! O da göğsündeki imanıdır. Bu millet bu imanla dünyaya meydan okudu. Dünyanın en muazzam orduları da bu imanı yıkamadı."

Atatürk o sırada yanında bulunanlardan birisine bu mektubu açıktan okutur, sonra da şu açıklamayı yapar:

"Bu adamın yazdığı doğrudur. Milleti kendi haline bırakınız. Kur'an'ı, Arapça okusun. İbadetini, dininin, Kur'an'ın lisanıyla yapsın." 

Hepimiz dindarız, elhamdülillah Müslümanız. Hangimiz yanında yaver gibi hafız taşırız? Hangimiz eksiklerimizi derhal düzeltmek ve bilmediklerimizi öğrenmek için hafız ile yaşarız?

Hafız Kemal Bey'in kızı Velice Hanım şu anıyı aktarır:

"Atatürk çağırırmış, babam da giderdi. Çok zevkli ve şık bir adamdı. Atatürk'e giderken en iyilerini giyerdi.

Dolmabahçe'de sofradan kalkar, başka bir mekana geçerlermiş. Babamı sofraya oturtmazmış. Babam geldiğinde alır, başka bir odaya geçerlermiş.

Atatürk, 'oku bana' dermiş. Babam da döndüğünde Atatürk için dermiş ki: Kur'an'ı bu kadar güzel tefsir edeni ben görmedim. O kadar güzel Arapçası var. Hafız Kemal Bey'e Gürses soyadını da Atatürk vermiş."  (Prof. Dr. Haydar Baş Hoş Geldin Atatürk eseri sh: 563-583)