Şeyhe İstanbul'da oturma sebebimi böyle bir yalan söyleyerek açıklamıştım. Ayrıca şeyhe ana-babamı kaybettiğimi, başka kardeşimin de bulunmadığını söyledim. Ama, anam-babam bana miras bırakmamışlardı. Kur'an okumak, Türkçe ve Arapça öğrenmek için İslam'ın merkezi İstanbul'a gelmiş bulunuyorum, dedim. Gerekli manevî ve dinî sermayeyi biriktir- dikten sonra işime döneceğimi de belirttim. Şeyh Ahmet beni kutlayarak bazı açıklamalarda bulundu ki, not aldıklarımı olduğu gibi naklediyorum: Ey genç, sana saygı göstermek ve seni ağırlamak birkaç nedenle bana vaciptir:
11-04-20251. Sen Müslümansın ve bütün Müslümanlar kardeştirler.
2. Sen şehrimizde misafirsin ve Peygamberimiz misafiri ağırlayın buyurmuştur.
3. Sen ilim okuyorsun, İslam ise öğrencilere saygı duyulmasını tavsiye etmiştir.
4. Sen çalışarak helal rızık kazanmak istiyorsun. Hadis-i Şerifte "çalışanları Allah sever" buyurulmuştur. Ajan Humpher her şeye rağmen İslam dinine ve bu yüce dinin yetiştirdiği örnek insan modeline duyduğu hayranlığı da itiraf etmektedir: "Şeyhin yüce şahsiyeti beni ilk andan itibaren kendine hayran kılmıştı.'' İçimden, bu açık gerçekler keşke Hıristiyanlık dininde de olsaydı diye söylendim. Ama diğer taraftan İslam dininin o yüceliği ve açık görüşlülüğüne rağmen inişe geçtiğini görüyordum.
Hükümdarların zalimliği ve liyakatsizliği, din alimlerinin kuru taassubu ve dünyadaki gelişmelerden habersiz olmaları Müslümanları böyle bir karanlığa itmişti. Şeyhe dedim ki, 'Eğer izin verirseniz Kur'an ve Arapça'yı sizin yanınızda öğrenmek istiyorum'. Şeyh beni teşvik ederek önerimi kabul etti. İlk olarak 'Hamd' suresini öğretti. Ayetlerini samimi bir yaklaşımla tefsir etti. Arapça kelimeleri telaffuz ederken çok zorlanıyordum. O, bu kelimeleri öğrenmem için defalarca tekrarlamam gerektiğini söylüyordu. Şeyh, tecvid kurallarını da öğretti bana. İki yıl zarfında Kur'an tecvidi ve tefsirini öğrenmiştim. Derse başlamadan önce abdest alıyor, benim de abdest almamı istiyordu.
Birlikte kıbleye doğru oturuyor ve derse başlıyorduk. Belirtmem gerekir ki abdest İslam'da bir takım uzuvların yakınmalarından oluşmaktadır. Önce yüz, sonra sırasıyla sağ ve sol kollar dirseğe kadar yıkanır, baş ve kulakların arkası meshedilir ve ayaklar yıkanır. Abdest alırken ağız ve buruna su alarak yıkamak sünnettir. Abdest almazdan önce misvak adını verdikleri kuru bir ağaç olan fırça ile dişlerimi fırçalıyordum. İstanbul'da kaldığım süre içinde geceleri bir camide yatıyor ve karşılığında Mervan Efendi adındaki cami hademesine bir miktar para veriyordum. Çok sinirli ve kötü huylu bir kişiydi. Peygamberin sahabelerinden biriyle adaş olduğu için övünüyordu. Bir keresinde bana şöyle dedi: 'Eğer Allah sana bir oğul verirse ismini Mervan koy. Çünkü, o en büyük İslam mücahidi olan şahsiyetlerden biridir”.
Akşam yemeklerini hademe ile yiyor, Müslümanların tatil ve bayramı olan Cuma günlerini de hademe ile birlikte geçiriyordum. Haftanın diğer günlerinde ise bir marangozun yanında çıraklık yapıyor ve az bir ücret alıyordum. Öğleden sonraları şeyhin huzurunda olmam gerektiğinden yarım gün çalışıyor ve yarım ücret alıyordum. Marangozun ismi Halid idi. Her gün öğlen tatilinde 'Halid bin Velid'in İslam tarihinde kazandığı faziletlerden bize bahsederdi. Ama marangoz Halid kötü ahlaklı biri olmasına rağmen bana güveniyor ve ilgi gösteriyordu. Bunun nedenini bilmiyordum, belki de dediklerine hiç itiraz etmeden yaptığım içindi. Onunla ne dinî konularda, ne de başka konuda tartışmaya giriyordum. Halid, dinine bağlı değildi ve içinde imanı olmamasına rağmen dışa karşı dindar gözüküyordu.
Cuma günleri camiye gidiyordu. Ancak diğer günler namaz kıldığı kesin değildi. Ben her gün marangoz atölyesinde öğlen yemeği yer, oradan da öğle namazı için camiye giderdim. İkindi nama- zına kadar camide kalırdım. İkindi namazını kıldıktan sonra, Şeyh Ahmed'in yanına gider iki saat Kur'an dersi alır- dim. Her hafta marangozluktan aldığım ücretin bir kısmını zekat olarak Şeyh Ahmed'e verirdim. Aslında bu Şeyh'e duyduğum bağlılığı belirtmek içindi. Aynı zamanda aldığım Kur'an dersleri için değersiz bir zahmet hakkı idi. Kur'an öğretmekte pek ustaydı ve ayrıca İslam ahkamını da Arapça ve Türkçe olarak bana öğretiyordu.
Şeyh, benim bekar olduğumu anladığında bana evlenmemi tavsiye etmiş, kızlarından birini eş olarak seçmemi önermişti. Bu teklife karşı saygılı bir şekilde mazeretimi belirttim ve gerekçe olarak da cinsel iktidarsızlık hastalığım olduğunu öne sürdüm. Böyle bir mazeret öne sürmekten başka çarem yoktu. Zira, Şeyh bu konuda çok ısrar ediyordu, bu yüzden ilişkilerimiz kopabilirdi. Şeyh Ahmed evlenmeyi Peygamber sünneti kabul ediyor ve şu hadise istinad ediyordu: 'Her kim benim sünnetime uymazsa benim takipçim değildir.' Cinsel iktidarsızlığımı bahane etmekten başka çarem yoktu bu sözler karşısında söz konusu yalanım Şeyh Ahmed'i ikna etmiş olacak ki, bir daha evlilikten söz etmedi.
Samimiyet ve dostluğumuz da önceki haline dönüştü. İstanbul'da iki yıl kalıp Kur'an, Arapça ve Türkçe'yi iyice öğrendikten sonra memleketime dönmek için Şeyh Ahmed'den izin istedim. O buna izin vermeyerek, neden memleketine dönmek istiyorsun? Oysa İstanbul büyük bir şehirdir ve istediğin her şey burada mevcuttur diyordu. İlahî irade böyle istemiş, İstanbul din ve dünyanın birlikte olduğu bir şehirdir. Şeyh sözlerinin devamında şöyle diyordu: 'Baban ve anan ölmüş, başka kardeşin de yok, bu durumda daimi ikamet için İstanbul'u seç'.
Şeyh kalmak için çok israr ediyordu. Bana çok alışmıştı, ben de ona karşı sevgi ve saygı duyuyordum. Ama vatanım İngiltere'ye karşı üstlendiğim görev hepsinden önemliydi. Beni Londra'ya dönmeğe zorluyordu. Zira iki yıllık raporumu Sömürgeler Bakanlığı'na verip yeni bir görev almalıydım. İstanbul'da kaldığım süre içinde, Osmanlıların başkentinde olup bitenleri her ay Londra'ya rapor ediyordum. Hiçbir zaman Londra makamlarının sevgisizliğinden şikayetçi olmadım. Şeyh Ahmed ile vedalaştığımda gözleri ya- şarmış ve beni şu sözlerle uğurlamıştı: 'Evlat, Allah seninle olsun. Buraya ikinci gelişinde yaşamıyor olacağım biliyorum. Beni hatırlarsın. İnşallah Kıyamet Günü Peygamber huzurunda birbirimizle buluşuruz'. Gerçek şu ki, Şeyh'ten ayrıldığım için üzüntü duyuyordum ve gözlerim yaşarıyordu. Ama ne yapabilirdim? Vazife kişisel duygulardan önemlidir.
Kaynak: Prof.dr. Haydar Baş / Dini ve Milli Bütünlüğümüze Yönelik Tehditler kitabı