SEYR Ü SÜLÛK, VUSLAT VE ZİKRULLAH .....

      İnsanın yaratılış gayesi, âyet-i kerime ile bellidir. Cenâb-ı Vâcibu’l-Vücud Hazretleri: “Ben cinleri ve insanları, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım” (Zâriyât: 51/56) buyuruyor.

<SEYR Ü SÜLÛK, VUSLAT VE ZİKRULLAH .....

   İnsanın yaratılış maksadı ibâdettir, Allah’ı tanımak, bilmektir. Bu yolla O’na kul olmak, vâsıl olmaktır. Allah’ı tanımayan varlık vazifesini yerine getirmiyor demektir. Dolayısıyla kul, dünya ile ilgili bütün amellerini tamamlarken onun asıl meselesi Allah’ı tanıması, Allah’a ubudiyyet olmalıdır. Kim Cenâb-ı Hakk’tan uzaklaşır, O’nu tanımaz, ibâdet etmez ise; o, nereden gelip gittiğini anlamayan hayvan mesabesinde bir varlık olur. Binaenaleyh, insanın, yaratılış maksadını çok iyi bilmesi lazım. Yeryüzüne Allah’ın hâlifesi olarak gönderilen insan fevkalade meziyetlere, harikulade üstünlüklere sahiptir. Tin Sûresi’nde; “Biz insanı en mükemmel sûrette yarattık” (Tin: 95/4) buyurulmakla bu hakikat ifade edilmektedir. Gerçekten de madde ve mânâsı ile ekmel olan insanın beden kalıbı içinde öyle fevkalade hasletleri ve meziyetleri vardır ki, bu hususiyetleri ve vasıfları diğer mahlûkatta bulmak mümkün değildir. Bunların başında ruh cevheri gelir. Ruh, insanın özü, varlığının varlığıdır. Bu sebepten olacak ki, onun aslını idrak, imkânsız denecek nispette zordur. Nitekim Peygamber Efendimiz’e “Ruh nedir?” diye sorarlar. Bu sorunun cevabını vermek üzere Allah, Sevgili Peygamberine Cebrail’i gönderir; “Bir de sana ruhhakkında soru sorarlar. De ki: Ruh Rabbimin emrindedir, O’nun bileceği işlerdendir. Size sadece az bir ilim verilmiştir” (İsrâ: 17/85) buyurur.

   Bazı müfessirler buradaki “emr” kelimesini “gölge” olarak tefsir ederler. Yani ruh Cenâb-ı Hakk’ın gölgesidir. Bu muazzez ve mükerrem varlığı tanımak, kulluk şuurunu idrak derecesinde zor bir olaydır. Mesela; altmış yaşındaki bir insandan ruhtan bahsetmesini isteseler, altmış yıllık dostundan, başka bir ifade ile varlık cevherinden yarım saat bile bahsedemez. Hâlbuki aslolan, insanın kendini bilmesidir. O hâlde insanın kendi kendini okuması şarttır. Kendinin âlimi olması zaruridir. Kendini bilen kişiye ârif denir. Cehâlet ise insanın varlığından gâfil olması, kendini bilmemesidir. Yunus’un dediği gibi; “İlim, ilim bilmektir, ilim kendini bilmektir. Sen kendini bilmezsin, ya nice okumaktır.” (Yûnus Emre Divanı, s. 105)

  Cenâb-ı Hakk, madde kalıbımızdan evvel ruhlarımızı yarattı. Ve onlara sordu: “… Ben sizin Rabb’iniz değil miyim? (Onlar da), (ruhlar) Evet (buna) şâhit olduk, dediler.” (A’raf: 7/172)

  Bütün insanlar bu sebeple, bilerek veya bilmeyerek Rabb’ını arıyor. Beşeriyet bu arayışta yanılmasın, doğruyu bulsun diye de Cenâb-ı Hakk insanlığa peygamberleri ve de onların yolunu takip eden insan-ı kâmilleri göndermiştir. O hâlde denilebilir ki, peygamberler ve de kâmilleri takip edenler Hakk’ı ve huzuru bulanlardır. Aksine hareket edenler ise, arayışına devam etmekle de kalmayıp, huzuru bulamamanın yorgunluğu ile kalırlar. Esasen insanın, İslam’dan başka yollarda huzuru bulması mümkün değildir. Cenâb-ı Hakk buna işaretle Kur’ân-ı Kerim’inde; “Allah nezdinde hak din İslam’dır” (Âl-i İmran: 3/19) buyurmaktadır.

  Bundan çıkan mânâ; “İnsan ruhu Allah’a ancak İslam yoluyla vuslat eder.” Fahr-i Kainat Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde; “Her insanın kalbinden Allah’a bir yol gider” buyuruyor. Kâfir ve münafık, günah ve hataları ile bu yolu tıkar. Hâlbuki huzur, insanın, Yaradanın yolunda olması hadisesidir. Yani kalp yoluyla insanın Allah’a vuslatıdır. Onun için tasavvuf, insanın, Yaratıcısının yolunda olması hadisesidir. Denilebilir ki, İslam ve tasavvuf, insanın Rabb’ini ve kendini bulması ve mahiyetini ilan ederek, Rabb’inin gücünü ilan etmesi olayıdır. Tasavvuf, insanın gönül yoluyla Allah’a gitmesidir. Buna “seyr ü sülûk” da denir. Seyr, daha evvel bu yolları geçmiş kâmil bir insanın tavassutu ile yapılır. Bir nehri bile vasıtasız geçemeyen insanın, Allah’a vasıtasız ulaşacağını düşünmek muhâldir. Peygamber Efendimiz (s.a.a.) bile Cebrail’e uyarak bunu nefsinde yaşamıştır. Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Mûsâ’nın, Hızır ile olan dotluğu bu nükteyi ifade etmektedir. Yine Kur’ân’da, “Vesileye sarılınız” buyuruluyor. İşte bu vesile odur. Tasavvufta kulun amacı Allah’a vuslat etmektir. Vuslat, mücerret mânâsıyla Allah’a kavuşmak demektir. Allah’a kulluk gerçek mânâsıyla yaşanınca kurbiyet elde edilir. Allah’a vâsıl olunur. Bu hâli kul gayretle, Allah’a vâsıl olmasında önündeki engellerle mücahade ederek elde eder. Cenâb-ı Hakk Kur’ân-ı Kerim’de; “Ama Bizim uğrumuzda mücahade edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah iyi davrananlarla beraberdir” (Ankebût: 29/69) buyuruyor.

  Başka bir âyet-i kerimede de bu mücahadenin nasıl olması gerektiği konusunda yol gösteriyor: “Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabb’ine ibâdet et!” (Hicr: 15/99) Kulluk gerçek mânâsıyla yaşanınca, kul ibâdetlerle Allah’a yaklaşır. O’na yaklaşma gayreti içinde olan kuluna ise Cenâb-ı Hakk koşarak gelir. Nitekim bir kudsi hadiste şöyle buyuruluyor; Enes (r.a.) rivâyet etmiştir: “Peygamber Efendimiz (s.a.a.) buyuruyor ki: Allah buyurdu: Kul, Bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona bir arşın yaklaşırım; Bana bir arşın yaklaşırsa, Ben ona bir kulaç yaklaşırım; kul Bana yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak gelirim.” (Nevevî, Riyâzü’s-Sâlihîn, Buharî’den) Vuslat, insanın dünyadayken kendi seçimiyle Allah’a yönelerek O’na yaklaşıp, O’nun rızasısına erişmesidir. Bu hâle mücadele ve mücahade ile nefis terbiyesi ve tezkiyesi yolu ile erişilir. Böylece yakîn hâli elde edilir. Mutmainlik makamına erişir, saadete erer. Cenâb-ı Hakk’ın; “Ey huzura kavuşmuş insan! Sen O’ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabb’ine dön. (Seçkin) kullarım arasına katıl ve Cennetime gir!” (Fecr: 89/27,28,29,30) hitabına erişir.

  Yaradılışından dolayı bütün mahlûkat, seyr hâlinde kendini yaratana koşar. Bu koşuşun adı aslında zikirdir. Nitekim bir âyet-i kerimede; “Her biri bir yörüngede yüzerler” (Yâsin: 36/40) buyurulurken başka bir ayette de; “Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah’ı tesbih etmektedir. O, Azîz’dir, Hakîm’dir” (Hadîd: 57/1, ayrıca Haşr: 59/1 ve Saf: 61/1) diye buyurulmaktadır. Özetleyecek olursak, varlık âlemi, varlığının gereği olarak kendini yaratanı tesbih eder.

  Hatta eşyanın dilinden anlayan ârifler, onların lisân-ı hâl ile Allah’ı zikrettiğini ifade buyururlar. Yaratılış gayesi Allah’ı tanımak ve bilmek olan insanın zikrinin daha kâmil anlamda olması zaruridir. İnsanın varlık âlemine gelişindeki maksat Allah’ı bilmektir. Bizim literatürümüzde münevver; Allah’ı bilen, aydın insan demektir. Bir başka anlamda, geldiği Rabb’ine kalp yoluyla gidip, O’nun tecellilerini gönlünde seyreden insan, nura, yani aydınlığa kavuşmuş demektir. Onun için münevver, İslam’ı yaşayan ve gönlünde Hakk’ı bulandır. Vuslatın mânâsını ve vuslat ile zikrin ilgisini anlayabilmek için dört önemli kavramı tahlil etmek gerekir ki, bunlar Hakk’a vuslatın nirengi noktalarıdır. Bunlar; mârifet, muhabbet, rızâ ve yakîndir.

 

Prof.Dr. Haydar BAŞ   Dua ve Zikir Kitabı sayfa : 553 /558

     Yazıyı hazırlayan: Gökhan Demir