NEFSİN MERHALELERİ.....

          Cenâb-ı Hakk’ın cinleri ve insanları yaratmasındaki maksat O’nu bilmeleri ve hakiki mânâda kul olmalarıdır. Hakiki mânâda kul olmak Allah’a vuslat etmek demektir. Vuslat için aslolan üç merhâle vardır ki, seyr hâlinde olan sâlik, mertebesine göre bu yolda ilim tahsil eder.

<NEFSİN MERHALELERİ.....

Bu üç mertebe: Fenâ fi’ş-şeyh, fenâ fi’r-Resûl, fenâ f’illah hâlleridir. Bu üç mertebe hâl ve aşk ile aşılır. Fenâ hâli herşeyde sevdiğini görmektir. Sevdiğinde yok olma hâlidir. Aşk, sevgilinin seveni ihata etmesidir. Sevenin sevgilide yok olmasıdır. İnsan gönlünde Hakk’ın kendi kendini sevmesidir.

                                                                FENÂ Fİ’Ş-ŞEYH

Mürşidin muhabbetinde yok olma, erime ve kaybolma demektir. Onda yok olma ile başlayan bu hâl, sonsuz teslimiyeti gerektirir. Yaptığı işlerde hikmetler aranır. Kusurlar “ene”ye mâl edilir. Teslimiyetin

esas olduğu bu yolculukta mürşidin kâmil olması gerektir. İslam’ı yaşaması ve dava etmesi onun ana meselesidir. Bu zâtın hâli Allah tarafından bir elbise gibi ona giydirilir. Bu zâtın Mülkün Sahibinden “irşad etme” emri alması zaruridir. O bakımdan, bir insanın bir cemaat tarafından mürşid olarak seçilmesi yanlıştır. Seçilen bu kişi dinî ilimlerde ve yaşayışında ne kadar ileride görünürse görünsün, böyle bir vazifeyle mükellef olması mümkün değildir. Karganın bülbül olması nasıl muhâl ise, Hakk tarafından böyle bir emre muhatap olmadan irşad makamında olmakda muhâldir. Sâlike ilk nazar fenâ fi’ş-şeyhde olur. Kâmil insanın nazarı ile vuslat başlar. Emmare makamında olan nefis ona nazar edenin aşkını üzerinde gösterir. Kâmil insanın varlığında nefsini eritme, onun varlığında yok olmahâlidir. Bu, mutlak varlığa ulaşmak için seyr ü sülûkun ilk basamağıdır. Varlık âleminden geçip ‘Mutlak Varlık’a varmak için yapılan yolculuğa seyr ü sülûk denir. Vahdet şerbetini içmiş büyüklerin

ifadesiyle; varlığı yoklukla neticelemeyi gaye edinmiş yolculuktur. Sâlik elini verdiği zâtın terbiyesinde varlığından soyunmak kararı ile bu seyr başlar. Zât tecellisine ermekle yolculuk kemâle erer.

Aranılan budur. Bulunan ‘Mutlak Varlık’la varlıklar unutulur. Bu işin sonunda emir alınıp, tekrar bu âleme dönmek gerekirse, “geldiğin yoldan gelecekleri getir” buyurulur. Bu en yüksek makamdır.

Bu zirveye varan kâmile,“mürşid” denir. Nefis terbiyesi ve tezkiyesi ancak kâmil bir mürşidin nezaret ve refakatinde gerçekleşir. Hakk’a kurbiyet kesbetmenin kaçınılmaz şartının nefis tezkiyesi ve terbiyesi olduğu bilinmelidir.

                                                                 FENÂ Fİ’R-RESÛL

Ezelî olan vasıta ve vesile kanununun yine tabii ve zaruri gereği, Peygamberin (yani Resûl-i Ekrem’in) varlığında nefsini yok etme yahut eritmedir. Zaten kâmil mürşitler Resûlullah’ın (s.a.a.) vârisi

olmaktan başka bir şey değildirler. Nefis bir mürşid-i kâmilin nezaretinde terbiye oldukça Hakk’a

vuslat yolunda kademe kademe çıkılır. Özellikle nefs-i mutmainne hâlinde fenâ fi’r-Resûl hâline ulaşılır. Burası Allah’a vuslat yolunda en büyük ve yüce istasyon gibidir. Mürşidde fâni olma döneminden sonra, fenâ fi’r-Resûl devri başlar. Bu dönemde sâlik, daha sakin ve de olgundur. Artık o varlık âleminde Hz. Peygamber’ledir.

                                                                   FENÂ F’İLLAH

Ruhun, bekâ âlemine ulaşması demektir. Nefsi terbiye etmenin, Allah’a vuslat etmenin son merhalesidir. Ölmeden önce Hakk’a vâsıl olmanın ifadesidir. Kulluğun zirvesi ve en mesut neticesidir.

Bu hâl,hâl ehli tarafından sözden ziyade hâl ile yaşanır ve lezzeti tadılır. Kulluk yolunda Allah’a vâsıl olabilmek için nefsin terbiye ve tezkiyesi bu üç kademede gerçekleşirken, insan nefsi bazı makamlardan geçerek kemâle doğru seyreder. Başka bir ifade ile, nefis menfi vasıflarından ayıklanır, müspet vasıflara sahip olur. Nefis Allah’a vuslata layık hâle gelince “ruh” adını alır. Bunun Kur’ân’daki

ifadesi “nefs-i mutmainne”dir. Nefsin bu seyr ü sülûk olayında başlıca yedi mertebesi vardır. Emmare, levvame, mülhime, mutmainne, raziyye, merziyye, kâmile yahut safiye. Her bir mertebenin hâl ve alametleri, zaruret ve gerekleri vardır. Cihad-ı ekber, mücahade diye de adlandırılan bu zorlu mücadele herşeyden evvel nefsi inkâr ve ona muhâlefetle başlar ve sonuna kadar bu mânâ ve mahiyetle devam eder. “Geylani Tefsiri” adlı eserde, Yâsin Sûresi’nin tefsirinde, sûrenin hâtimesi bölümünde şöyle yazar: “Ey kâinatın, zerrelerin vahdet-i zâtiyyeye rücû edişinin keyfiyeti üzerinde derin derin düşünen sâlik! Allah-u Teâlâ seninle hakikat arasında engel olan yolları senin basiret gözünden kaldırsın. Perdeleri kaldırmada ve illetleri yok etmede yâr ve yardımcın olsun. Burada sana düşen vazife şudur: Bâtınını Hakk’tan başkasına meyletmekten kesinlikle temizlemelisin.

Öyle ki, bâtının, yani iç âlemin sadece ve sadece Hakk’ın muhabbeti ile dolmalıdır. Bu muhabbet kendi havâtırın/düşüncelerin ve nefsinin fısıltılarını duymayacak kadar senin bâtınına iyice işlemelidir, yerleşmelidir. Daha sonra bu hâl bâtınından zâhirine sirâyet edip geçmeli, seni bütün isteklerinden, bütün zevklerinden, uzuvlarının ve bedenî kuvvetinin bütün hazlarından alıkoymalıdır. Zâhirin ve bâtının böylece o muhabbetle dolup taşmalıdır. İşte o zaman Cenâb-ı Hakk’tan başkasına asla iltifat etmez, yönelmezsin. O Kerim olan Zâtın vechini mütalaada müstağrak, hayran ve kendinden geçmiş bir hâle gelirsin. Bu hâle ulaştıktan sonra Cenâb-ı Hakk seni senden alır, seni sana unutturur ve O’nda kaybolursun, O’nda fâni olursun. İşte o zaman, bütün resimlerinin, bütün şekillerinin, bütün sıfatlarının eserleri ve izleri Allah’ta fâni olup yok olduktan sonra, kabiliyet lisânın ile şöyle söylemeyi hak edersin: ‘Biz Allah içiniz ve yine O’na döneceğiz.’ (Bakara: 2/156)

‘Her şeyin mülkü kendi elinde olan Allah’ın şânı ne kadar yücedir!

Siz de O’na döneceksiniz.’” (Yâsin: 36/83) (Kutb-i Rabbânî Seyyid Şerif Şeyh Abdülkâdir Geylani, Geylani Tefsiri, c. 4, s. 529)

 

Prof.Dr. Haydar BAŞ   Dua ve Zikir Kitabı sayfa : 625 /632

Yazıyı hazırlayan: Gökhan Demir