NEFS-İ EMMÂRE VE NEFS-İ LEVVÂME.....

   NEFS-İ EMMÂRE

<NEFS-İ EMMÂRE VE NEFS-İ LEVVÂME.....

  Nefsin ilk basamağıdır. Kötüyü emreder. Hak düşünülmez. Gaye ve gayeye varmak için düşünülenler bâtıldır. Nefs-i emmârede insan en alt kademededir. Buna “ruh-i hayvan” da denir. Yani hayvanlar âleminin tabiatı... Hissiyatı, duygusu kişinin iç dünyasındadır. Onu yaşar. Aklına, iradesine bu hâkim olur, dünyaya öyle bakar. Seyr ü süluk demek bu hâlin terbiye ve ıslahı demektir. Onun için Yûsuf (a.s.) bile o mertebeden çekiniyor:

“(Bununla beraber) nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis aşırı şekilde kötülüğü emreder; Rabb’im acıyıp korumuş başka. Şüphesiz Rabb’im çok bağışlayan, pek esirgeyendir.” (Yûsuf: 12/53)

Bir peygamber Allah’ın murakabesinde olmasına rağmen, ondan endişe eder ve korkarsa, biz nasıl korkmayalım?

O hâlde bunun ıslahı gerekiyor. Yani, o hayvanî duyguların tezkiyesi gerekiyor. Emmâre dediğimiz dünya, böyle bir dünyadır. “Nefs-i emmârenin ıslahı için uyulan kimsenin sözleri paha biçilemez bir mücevherdir” diye değerlendirip onun nazarına mazhar olmak için gayret etmek gerektir. Nefis zor bir düşmandır. Hiçbir mücadele onunla yapılan kadar zor olamaz. Nefsin tezkiyesi Hakk’ı çokça zikirdir. Bu mücadelede tevhid başı çekerse kurtuluş kolaydır. Yani çokça “Lâ ilâhe illallah”demek... Kelime-i Tevhid en faziletli zikir formülüdür. Allah’ın tecellisinin, o nefsin ve kalbin üzerine gelmesidir. Bu yolda en etkili yol aşktır, muhabbettir, vecddir. Nefis denen şey kömür gibi kapkaradır. Ama o simsiyah kömür kor bir sobanın içine atılırsa ateş rengine döner. Eğer zikredende aşkullah, muhabbetullah mevcutsa, onunla birlikte o nefsi yakar, adeta eritir. Seneler geçtikçe vücud ikliminde olan değişimi görür, farkeder. Birde bakar ki, artık o eski o değil; çok değişmiş. Aşk ile insan emmâreyi geçer. Tabii bunu aşmanın belli lafızları, zikri vardır. Emmâre hâli tamamen fesadın, fitnenin, inkârın olduğu hâldir. Çalışmayla bu aşılır.

                                                                  NEFS-İ LEVVÂME

Mücahade ve mücadele ile nefsin bu ülkesinden kurtulan insan, “levm sahrasında” kendini bulur. Buna nefs-i levvâme denir. Nefs-i emmâre ile mukayese edilemeyecek İlâhî üstünlükleri mevcuttur. Kabul etmek lazım ki, burası da emin bir yer değildir. Sâlik burada Hakk’a biraz daha yakın olmasına rağmen mâsivanın içinde bulunur. Bir hata yaptığı zaman “ben neden yanlış yaptım, neden böyle oldu?” der. Kendi kendini ayıplar, kendini muhasebeye çeker. “Eyvah gene yanlış yaptım”der. Doğruya, güzele koşmaya başlar. Ama sonunda yine aynı hataları tekrar eder. Kısaca, Hakk yolculuğunda devam eden bir istikrarı yoktur. Kurtulmak için, nispet olunan ‘kâmil’e teslimiyet bir kayda bağlanmalı, muhabbeti ile muhabbetlenmeli. İsm-i Celâl’e can simidi gibi sarılıp onu dilden ve kalpten kesmemeli. Sonunda kâmil insanın himmet ve nazarı erişir, bu vadide geçilir. Levvâme, nefsin bir üst hâlidir. Mânâdaki işaretleri yeşil çimenler, sahralar, ağaçlar sular, çeşmelerdir. Bu hâl, inanan insanda olur.

Hatayı düzeltir. Sonra yine hata eder. Sonra pişman olur. “Yine kasem ederim pişmankâr nefse” ifadesi bunu anlatır. Bu hâlden insan mutlaka ayrılmalı, Hakk’ın rızasına muhatap olabilecek bir hâle yükselmelidir. Nefsi levvâme, ancak İsm-i Celâl’i çok zikretmek ve de riyâzetle aşılır. Riyâzet, mide ve yiyecekler yoluyla nefse hâkimiyyet kesbetmektir; ta ki, nefis şımarmasın, dizginlensin. Riyâzetin esası; az yemek ve oruç tutmaktır ki, bu nefsi terbiyeye yardımcı olmak için, sırf Allah adına yapılır.  

 

Prof.Dr. Haydar BAŞ   Dua ve Zikir Kitabı sayfa : 609 /612

Yazıyı hazırlayan: Gökhan Demir