MÂRİFETULLAH IV.....

              Allah’ı bilme yolu okumak da değildir. Bir insan ne kadar okursa okusun ârif olamaz. Ârif demek Allah’ı bilen demektir. Kul, zikrullah ile, Allah’ın güzel isimlerini anmakla, Kur’ân âyetlerini okumakla, kalbe tecelli eden Zât-ı Bâri’nin gerek sıfatından, gerek esmasından, gerek ef’alinden Allah’ı tanır. Cenâb-ı Hakk, Kur’ân-ı Kerim’de; “Ey iman edenler! Eğer Allah’tan korkarsanız, O size iyi ile kötüyü ayırt edecek bir anlayış verir, suçlarınızı örter ve sizi bağışlar. Çünkü Allah büyük lutuf sahibidir” (Enfal: 8/29) buyuruyor.

<MÂRİFETULLAH IV.....

Peygamber Efendimiz de; “Bildikleri ile amel edeni Allah bilmediklerine vârisçi kılar” (Ebu Nuaym, Hilye; Aclunî, Keşfu’l-Hafâ, h.no:  2542) buyuruyor.

  Yani ibâdette, taaatte ısrar edince, bildikleri ile amel edene Allah bilmediklerini öğretir.    İnsan Allah’ı kalbî boyutta tanır. O’nu ne kadar fazla tanırsa, huzuru, mutluluğu o kadar fazla olur. Bu insanın maddî âlemde sıkıntısı ne kadar fazla olsada onun kalbi çok geniştir. Maddî âlemde her ne sıkıntı gelirse gelsin Yaratandan geldiğini bildiği için kalbi huzurlu olur. Sabreder, kanaat eder, tevekkül eder, tefekkür eder. İz’an sahibi, iman sahibi, merhamet sahibi olur.

    Cenâb-ı Hakk’la ne kadar irtibat kurarsa o kadar O’nun ahlâkına bürünür. Yani ne kadar fazla Allah’ı, itaatle-ibâdetle anıp, köprüleri geliştirirse, feyiz huzmeleri onun kalp dünyasını, gönül dünyasını o ölçüde ihata eder, kuşatır. İşte o tanıma, bir hastalık gibi, bir sevinç gibi, fevkalade bir tutku gibi o kulu sarar. O zaman her şeyde Rabbini görür. Allah’ın, kulunun kalbine tecelli etiiği kadarıyla kul Allah’ı tanır. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın Zâtı, aslında insanın kalbini de kuşatır. Kalbine olan tecellisi kadar, insan Allah’ını tanır.

   Cenâb-ı Fahr-i Âlem Efendimiz’e hergün Cenâb-ı Vâcibu’l-Vücud Hazretleri yetmiş bin tecelli ile tecelli ederdi. Dolayısıyla Rabbini hergün yetmiş bin ayrı görüntüde seyrederdi. Bakıyor ki, bir anlık tecelli diğer bir anda yok. Bu durumda o Peygamber nasıl olurda “Ya Rabbi! Ben Sen’i hakkıyla tanırım” desin. Bununla ilgili bir menkıbe de vardır. Şems büyük bir âşıktır. Aynı zamanda da meczuptur. Konya’ya geliyor. Bir gün Hz. Mevlana atıyla yolda giderken, bir zât gelip atının yularını tutar. “Söyle bakâlım bana! ‘Seni hakkıyla tanıyamadım’ diyen Peygamber mi büyük, ‘Seni hakkıyla tanıdım’ diyen Beyazıt mı daha büyük?”

   Hz. Mevlana o âna kadar, -her ne kadar mâneviyat sahasında söz sahibi olduğu dille ifade ediliyorsa da- o sahada meşhur değildir. Onun ilk mürşidi babası, ikinciside Seyyid Burhaneddin’dir. Yani mâneviyatı da bilen insandır. Fakat o âna kadar zâhir ilimler sahasında meşhurdur. Diyor ki: “Seni layıkıyla tanıdım diyen Beyazıt, Seni tanımadım diyen Peygamberin yanında hiçbir şeydir.” “Neden?” “Çünkü, Allah’ın sevgilisi hergün yetmiş bin tecelli ile tanıyor. Beyazıt ise ömründe üç dört tecelliye mazhar olmuş, Allah’ı o şekilde tanıyor. Zannetti ki Allah budur, dedi ki, ‘Ben Seni hakkıyla tanıdım.” Ama Hz. Peygamber de baktı ki, O sonsuzdur. ‘Ben Seni hakıyla tanıyamadım’ dedi.” Bu cevap karşısında Şems “Allah” diye bir sayha atarak kendinden geçip atından yere düşüyor. (Bkz. İslam ve Mevlana, Prof. Dr. Haydar Baş, s. 5)

    

 

 

Prof.Dr. Haydar BAŞ   Dua ve Zikir Kitabı sayfa : 559 /570

     Yazıyı hazırlayan: Gökhan Demir