MÂRİFETULLAH III.....

       Bilen doğruyu yapar gerçek üzere gider. Ama bilmeyene sıra gelince, bilmediği için hiçbir şey yapmaz. Veya herşeyin yanlışını yapabilir. Doğru yaptıkları da tesadüfîdir. Doğru yaptıkları bazen Allah’ın lutfu ile tevafuk olur. Yoksa cahilin faydası yoktur, zararı vardır. Bu sebeplerle olsa gerektir ki; İbn Abbâs’tan (radiyallahu anh); “Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: ‘Cennet bahçelerine uğradığınız zaman faydalanın!’ Dediler ki: ‘Ey Allah Resûlü! Cennet bahçeleri nedir?’ Şöyle buyurdu: ‘Âlimlerin meclisleri.’” (Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîrde.  Heysemî, Mecma I, 126)

<MÂRİFETULLAH III.....

   İbâdet, aslında Allah’ı tanıma, bilme ilmidir. Esasen insanın Allah’ı arayışı aklî değildir. Yani akılla Allah aranmaz. İnsanın Allah’ı aradığı organı kalbidir. İnsan kalp boyutunda Rabbini arar. Akılla belki çok mantıklar kurulur ama akıl Allah’ı anlamaz. Allah’ı anlatamaz. Akıl Allah’ın ne olduğunu değil, ne olmadığını bilir. Bir şeyin ne olduğunu anlayabilmek için onu kuşatması lazımdır. Veya ondan ona yansımalar olması lazımdır. Akıl haddi zâtında bu tecellilerden mahrumdur. Akıl Cenâb-ı Hakk’ın yarattıklarının tecellilerine muhataptır. Oradan geçiş yaparak, kıyas yoluyla, “Bu budur, bu da böyle olmalıdır” der. Aklın mercii, şahidi organlardır. Gözdür, kulaktır, dildir, vesairedir. Bunlar da tam tekemmül ederek şahitliklerini yapmadıkları için de yanılma payları vardır. Kulağın yanılma payı vardır, gözün yanılma payı vardır, tatmanın yanılma payı vardır. Bir madde saniyenin altıda biri zamanda elektromanyetik yayın yaptığı zaman göz bunu görür. Saniyenin üçte biri zamanda bu yayın yapılırsa göz bunu algılayamaz. Mesela gözle rüzgârı algılayamıyoruz. Ama başka bir duyguyla algılıyoruz. Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı bazı varlıklar vardır, melekler, cinler gibi... Biz bunları gözle göremesek de bunların varlığı hakikattir. Bunları gözle göremeyen insan onların varlığını inkâr etme yoluna gidiyor. Yine saniyede yirmi dalga boyunun altındaki sesleri kulak algılıyamıyor. Ama yirminin altında ya da yirmi binin üstünde öyle sesler vardır ki, bunları algılayamayan insan bunlar yok zannediyor. Kısaca, biz akılla Allah’ı anlayamayız. Allah’ı tanıyacak olan kalptir. Ayine-i İlâhî insanların kalbidir. Allah kulunun kalbine tecelli eder. Tecellinin Türkçe’deki karşılığı yansımaktır. Bir ışık hüzmesini veya herhangi bir maddeyi aynaya tuttuğumuzda ayna bunu gösterir. Aynadaki gölge gibi, kalpte İlâhî tecelli böyle zuhûr eder. İnsan ibâdetle bu tecelliyi yakalar. İbâdetle O’nunla beraber olur.  Cenâb-ı Hakk âyet-i kerimede; “Öyle ise siz Beni (ibâdetle) anın ki Ben de sizi anayım. Bana şükredin; sakın Bana nankörlük etmeyin!” (Bakara: 2/152)buyuruyor.

   “Allah buyurdu: Kim Benim dostlarımdan birisine düşmanlık ederse, ona karşı savaş ilân ederim. Hiçbir kulum, kendisine farz kıldığım ibâdetlerden daha sevimli başka bir şeyle Bana yakın olmamıştır. Kulum, nâfile ibâdetlerle devamlı olarak Bana yakınlaşırsa, sonunda Ben de onu severim, o zaman kulumun işitir kulağı, görür gözü, tutar eli ve yürür ayağı olurum. Kulum Benden bir şey isterse veririm, Bana sığınırsa şüphesiz korurum.” (Nevevî, Riyâzü’s-Sâlihîn, Buharî’den)

  O kul artık Allah’ın nuruyla bakmaya başlar: Ebû Ümâme’den (radiyallahu anh); “Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: Mü’minin ferâsetinden sakının. Çünkü o, Allah’ın nuru ile bakar.” (Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, Heysemî’ye göre isnâd-ı hasendir; Mecma’ X, 268)

 

Prof.Dr. Haydar BAŞ   Dua ve Zikir Kitabı sayfa : 559 /570

     Yazıyı hazırlayan: Gökhan Demir