MÂRİFETULLAH I.....

         Cenâb-ı Hakk, âyet-i kerimede; “Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibâdet eden, âhiretten çekinen ve Rabb’inin rahmetini dileyen kimse (o inkârcı gibi) midir? (Resûlüm!) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür” (Zümer: 39/9) buyuruyor.

<MÂRİFETULLAH I.....

   “Geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibâdet eden, âhiretten çekinen ve Rabb’inin rahmetini dileyen kimse” işte gerçek ilim sahibi odur. Bunun için diyoruz ki, bilginin özü ve aslı Allah’ı tanımaktır, Allah’ı bilmektir. Mârifet, bilmek; mârifetullah ise Allah’ı bilmek, tanımak demektir. Eğer ilim insanı Allah’a taşıyorsa, o bilginin o ilmin fonksiyonu var demektir. O ilmin kıymeti vardır. Aksi takdirde o ilim, ilim değildir. İnsanı Allah’tan uzaklaştıran, Allah’a gitmesine mâni olan bilginin, ilmin ilim olması mümkün değildir. İlim öyle bir Burak’tır ki, insan ona bindiği zaman onu Cenâb-ı Hakk’a taşır. İşte böyle bir taşıma olursa, o taşımanın neticesinde tanıdığı Allah’a da kul olur. Ubûdiyette, ibâdette bulunur.   Cenâb-ı Hakk bir kudsi hadiste Resûlü’nün dilinden şöyle buyuruyor: “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeyi murat eyledim. Ve mahlûkatı yarattım.” (Aclunî, Keşfü’l-Hafâ, c. 2, s.132, h.no: 2016)

  Cenâb-ı Hakk’ın mevcudatı var etmesinin sebeb-i hikmeti bilinmek istemesidir. Bu sebeple de olsa gerektir ki; İbn Mes’ûd’dan (radiyallahu anh); “Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: İlim taleb etmek, her Müslümana farzdır.” (Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr ve el-Mu’cemu’l-Evsat’ında. Heysemî, Mecma’I, 119-120)

   İlim, Cenâb-ı Hakk’ın “Âlim” olması yönüyle, O’nun büyük sıfatlarından bir tanesidir. Âlim olma sıfatı aynı zamanda peygamberlerin de sıfatlarından bir tanesidir. İlim ise maddî ve mânevî eşyanın hakikatinin kavranmasıdır. Cenâb-ı Hakk’ın yaratmış olduğu mahlûkatının, gerek maddî, gerekse mânevî sahada, hakikatlerinin bize göre gizli ve açık olan taraflarının tamamının bilinmesidir. O bakımdan Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hakk’ın âlimlik sıfatına çokça yer verilir: “Onlar bilmezler mi ki, gizlediklerini de, açıkça yaptıklarını da Allah bilmektedir.” (Bakara: 2/77; ayrıca, Hûd,11/5; Nahl: 16/23; Neml: 27/74; Kasas: 28/69; Yâsin: 36/76)

   Cenâb-ı Hakk’ın bilmediği hiçbir şey yoktur. Âlimlik sıfatı mutlak Allah’a mahsustur. İnsan ise Allah’a göre cahildir. Ama eşyadan bildiklerine göre, bildiği kadarıyla da âlimdir. Cenâb-ı Hakk’ın zâtının karşısında insanoğlu mutlak mânâda cahildir. Bu, eşyayı bilme tanıma açısından böyledir. Bir de Cenâb-ı Hakk’ı bilme, tanıma vardır ki, buna âlim dense de aslında bu kişiler âriftir. Allah’ın esma-i İlâhîsini, ef’al-i İlâhîsini, Zât-ı Bâri’sini bilen insanlara ârif denir. Ârif insan kalbi ile Cenâb-ı Hakk’ı tanır. Allah’ı kalbi ile tanıyan insan, aynı zamanda eşyayı da tanır. Burada enteresan bir tecelli vardır; Allah’ı tanıdığı nispette eşyanın hakikatini kavrar. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ı tanıyan insan, Allah’ın ef’alini, sıfat-ı Bâri’sini, Zât’ını da bilir. O’nun ef’alini, yani fillerini bildiği için, o tecellilerden mülhem olan fiiller bu kâinatın varlığı olması münasebetiyle, eşyanın hakikatini de bilir. O bakımdan ârif-i billah öyle insandır ki, hem Hakkı, hem de halkı bilir. Maddî ilimlerde merkez akıldır. Mânevî ilimlerde de merkez kalptir. İnsan duyu organlarıyla beraber aklını çalıştırır. Aklıyla eşyanın zâhir görüntüsünü kavrar, onu bilir. Maddî ilimlerin âlimi olur. Ama öyle gerçekler vardır ki, bu gerçekler bizim duyu organlarımızla idrak edilmez, kavranmaz. İnsan bu gerçekleri kalbi ile kavrar. Burası kalbin müşahade sahasıdır. Kur’ân-ı Kerim’de kalp ehli, “ulu’l-elbâb” olarak tanımlanır. (Bkz. Bakara: 2/269; Âl-i İmran: 3/7; Ra’d: 13/9; Zümer: 39/9 ve diğer âyetler)

  Burada “ulu’l-elbâb”dan kasıt, kalbini kullanan kalp ehli insanlardır. Yani gerçek akıl sahiplerinden bahisle, kalbini, hakikatte Allah’ı tanımada kullanan, çalıştıran insanlar kastediliyor. Gerçek ilimden kasıt kalbî ilimdir. Yani insanın Cenâb-ı Hakk’ı kalp yoluyla tanıması, Allah’ın, kulunun kalbine tecellisidir. Akıl ve kalbin sahâları farklı farklıdır. Akıl maddî öğeleri tanır, kalp mânevî dünyayı tanır. İşte mü’min bu iki sahayı da bilmek ve yaşamakla mükellef olan insandır. Müslüman budur. Bu yüzden Cenâb-ı Hakk Kur’ân-ı Kerim’de; “İnsanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da yine böyle türlü renkte olanlar var. Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar. Şüphesiz Allah, daima üstündür, çok bağışlayandır” (Fatır: 35/28) buyuruyor.

 

Prof.Dr. Haydar BAŞ   Dua ve Zikir Kitabı sayfa : 559 /570

     Yazıyı hazırlayan: Gökhan Demir