MAHLÛKATIN ZİKRİ III…..  

      Câbir b. Semure’den (radiyallahu anh); “Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: Mekke’de bir taş var ki, peygamberlik geldiği zaman geceler boyu Bana selâm verdi. O taşı şimdi bile tanıyorum.” (Müslim, Fadâil 2, s. 1782 ve Tirmizî, 3624; Simâk b. Harb an Câbir asl-ı senedi ile tahrîc ettiler)

<MAHLÛKATIN ZİKRİ III…..  

  “Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: Öğleden önce ve zevâldensonra kılınan dört rekât var ya seherde kılınan emsalleri değerindedir. O saatte hiçbir şey yoktur ki Allah Teâla’yı tesbihetmesin.” Ondan sonra, ‘Gölgeleri sağa sola vurarak, Allah’a boyun eğerek secde ederler’ (Nahl, 16/48) ayetini okudu.”   (Tirmizî, no. 312)

   Ebû Zer’den (radiyallahu anh); “Güneş batarken ben Mescid’deAllah’ın Resûlü ile beraberdim. Buyurdu ki: ‘Ey Ebû Zer! Güneşin nereye gittiğini biliyor musun?’ ‘Allah ve Resûlü daha iyi bilir’ dedim. Şöyle buyurdu: ‘O, gidip Arş’ın altında secde ediyor. Sonra Allah’tan izin istiyor, Allah da ona izin veriyor. Onun secde edip secdesinin kabul edilmemesi, izin isteyip kendisine izin verilmemesi (zamanı) yaklaşmıştır. O zaman ona; haydi geldiğin (doğduğun) yere dön! denilir. Böylece o, batıdan doğar. İşte Cenâb-ı Hakk’ın, ‘Güneş de yörüngesinde yürüyüp gitmektedir. Bu, Azîz ve Alîm olan Allah’ın kanunudur’ (Yâsîn, 36/38) meâlindeki âyeti bize bunu anlatmaktadır.” (Buhârî, Bedu’l-Halk 4, IV, 75; Tefsîr, Yâsîn 1, VI, 30; Tevhîd 22, VIII, 176; Müslim, İman 250-1, s. 138- 9 ve Tirmizî, 3227; el-A’meş an İbr. et-Teymî an ebîhî an Ebî Zer asl-ı senedi ile tahrîc ettiler) 

  İbn Abbâs’tan (radiyallahu anh), o da Ensâr’dan bir sahabîden; Onlar bir gece Peygamber (sallallahu aleyhi ve âlihi) ile beraber otururlarken, bir yıldız kaydı ve ortalığı aydınlattı. Onlara sordu: “Cahiliyede böyle yıldız kaymasına ne derdiniz?” “Allah ve Resûlü daha iyi bilir. Ancak biz cahiliye devrinde böyle bir olayda şöyle derdik: Galiba büyük bir adam doğdu. Ya da büyük bir adam öldü.” Bunun üzerine şöyle buyurdu: “O ne bir adamın doğumuna ve ne de bir adamın ölümüne kaymaz. Rabb’imiz Teâlabir şey takdir ettiği zaman, Arş›ın taşıyıcıları olan melekler tesbiheder. Sonra bunları takiben gelen sema ehli tesbih eder. Sonunda tesbihler dünya seması ehline kadar ulaşır. Sonra Arş’ın taşıyıcılarını takip edenler Arş’ın taşıyıcılarına sorarlar: ‘Rabb’iniz ne dedi?’ Onlar da Rab’lerinin ne dediğini onlara bildirirler. Göklerin sakinleri birbirlerine sora sora nihâyet bilgi bu dünya seması ehline ulaşır. Cinler gizlice kulak verir ve bu haberi dostlarına iletirler, (ancak bu esnada yıldızla) taşlanırlar. Aldıkları gibi hiç saptırmadan onlardan gelen haber doğru olur. Ne var ki onlar o haberi aktarırlarken kendilerinden de yalan bir şeyler ekleyip öyle aktarırlar.” (Müslim, Selâm 124, s. 1750-1 ve Tirmizî, 3224; ez-Zührî an Alî b. Hüseyin an İbn Abbâs asl-ı senedi ile tahrîc ettiler)

   “Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: Allah, Yûnus’u balığın karnında tutmayı murad ettiğinde, balığa onun etlerini parçalamamasını ve kemiklerini de kırmamasını vahyetti. Onu alıp yüze yüze ta denizdeki yerine götürdü. Denizin dibine götürünce, Yûnus bir ses duydu; ‘Bu nedir?’ diye söylendi. O balığın karnındayken Allah ona, bunun hayvanların tesbihiolduğunu vahyetti. Bunun üzerine o da, balığın karnında tesbihetmeye başladı. Derken melekler de onun tesbihini duydular ve şöyle demekten kendilerini alamadılar: ‘Ey Rabb’imiz! Garip bir yerde güçsüz bir ses duyduk.’ Allah Teâlâ şöyle buyurdu: ‘O, Yunus kulumun sesidir. Bana isyan etti, Ben de onu balığın karnına hapsettim.’ ‘Gece-gündüz işlediği sâlih amelinin sana yükseldiği o sâlih kulun mu?’ dediler. ‘Evet’ buyurdu. Bunun üzerine onu serbest bırakması için şefaat edip Allah’a yalvardılar. Allah da balığa onu sahile atmasını emretti. Nitekim Allah, ‘(O dışarı atıldığı zaman) hasta ve yorgun idi’ (Saffât, 37/145) buyurmuştur.” (Bezzâr; Heysemî, Mecma’ VII, 98)

  Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: “Bir karınca, peygamberlerden birini ısırdı. Bunun üzerine karınca yuvalarının yakılmasını emretti ve yakıldı. Allah bunun üze rine şunu vahyetti: ‘Bir karınca ısırdı diye Allah’ı tesbih eden ümmetlerden bir ümmeti yaktın.’” (Buhârî, Cihâd 153, IV, 22; Müslim, Selâm 148-50, s. 1759; Ebû Dâvud, 5265 ve Nesâî, Sayd 38, VII, 210-11)

   Tüm mahlûkatın zikrettiği bunca âyetlerle, hadislerle delillerle ortada iken reva mıdır ki eşref-i mahlûkat/yaratılmışların en şereflisi olan insan Allah’ın zikrinden uzak kalsın? Âlemler içinde mükerrem kılınan ve akıl, idrak, gönül gibi nice nimetlerle donatılan insandan istenen de; bütün bir varlık âleminin bu ibâdetine, bu tesbihine ve zikrine iştirak etmesidir. İnsanoğlu bu gerçekleri kavradıkça, Kainatın Yaratıcısını tesbih ettiğini, zikrettiğini öğrendikçe kendi zikirsizliğinden, kendi tesbihsizliğinden utanacak ve derhâl yola koyulacaktır. Allah’ı tanımak ve O’nu güzel esması ile zikretmek noktasında ağaçtan, kuştan, balıktan, sudan geri kalmak, insan için bir züldür, büyük bir noksanlıktır. İnsan yaratılışta sahip olduğu nimetler hususunda âlemlerin başında olduğu gibi, mârifetullah ve kulluk hususunda da başı çekmelidir. Ahsen-i takvim üzere yaratılan insana yakışan da budur.

 

  Prof.Dr. Haydar BAŞ   Dua ve Zikir Kitabı sayfa : 513 /525

    Yazıyı hazırlayan: Gökhan Demir