HAKK’A VUSLATTA SEYRİN BAZI BASAMAKLARI VE ZİKRULLAH.....

 İnsanoğlunun kalbinden Allah’a bir yol gider. Bu yolun önünde ise perdeler vardır. Nefis, bu perdelerden bir tanesidir. Nefsin, emmâre, levvâme, mülhime, mutmainne, raziyye, merziyye, safiyye diye mertebeleri ve hâlleri vardır.

<HAKK’A VUSLATTA SEYRİN BAZI BASAMAKLARI VE ZİKRULLAH.....

    Emmare; hayvanî hâllerimizdir. Levvame; onun bir üst kısmıdır. Mülhime; insanlığa geçiş hâlimizdir. Bu noktaya kadar insan git-gellerle uğraşır. Bunlar, bir başka ifade ile; Cenâb-ı Hakk’a varmada en ciddi engellerdir.  İnsanın bu perdeleri aşmadan tasavvufî tabirle “vâsıl-ı ilallah” olması; Hakk’a vâsıl olması zor, belki de imkânsızdır. Mutlaka bunlar aşılacak, Hakk ile olunacak. Bu bakımdan nefis tezkiyesi, terbiyesi esas ve şarttır. Niyazi Mısrî Hazretlerinin dediği gibi: “Çekilirsen aradan Geri kalır Yaradan.” Benliği aradan çıkarmadan Hakk’a vâsıl olmak, Allah’ın tecellilerine mazhar olmak mümkün değildir. Benliği mutlaka aradan çıkarmak lazımdır.   Kalp, ki beytullahtır, hakiki beytullahtır. Oradan mâsivaya ait olanları çıkartıp sahibine teslim etmek lazımdır.

Cenâb-ı Hakk kulunun kalbine günde 300 defa tecelli eder. Ceset ile O’nun huzurunda olan insan, namazda bile gaflet hâlinde olabiliyor, Allah’ı hatırlamaktan gâfil oluyor. İşte Allah ile birlikte olmak demek; o kalbe hiçbir şey koymadan, onları oradan çıkartarak, yani nefsanî perdeleri geçerek, Peygamber Efendimizin buyurduğu gibi: “Ölmeden evvel ölünüz” (Nevevî, Riyâzü’s-Sâlihîn) sırrına varmaktır.

   O zaman kul Allah’ın tecellilerine mazhar olur. Nefis tezkiyesi nefsin temizlenmesi demektir ki, zikrullah ile kulun nefsi temizlenir. O zaman Cenâb-ı Hakk’ın tecellilerine mazhar olunur. Nefis tezkiyesi yaparak, Hakk’ı tanımak, vuslat etmek, Allah ile beraber olmak, tecellilere ermek asıl zenginliktir. Seyr ü sülûka karar vermiş bir insanın, İslam’ın zâhirî düsturlarını tam bilmesi mümkün değildir. Şart da değildir. Ümmi olan insan da seyr ü sülûkta bulunabilir. Seyr ü sülûk için esas; teslimiyyet, mahviyet ve hizmettir. İslam’ın zâhirî düsturlarının öğrenilmesi bu yolculukta hâl iledir. Yani, burada kâl’in (sözün) değeri yoktur. Maksadı Allah rızası olan sâlikin hâli; zikir, havfullah ve muhabbetullahtır. Seyr ü sülûkun zâhir ile ilgisi olmakla beraber esası mânevî bir yolculuktur.

Seyr ü sülûkta olan sâlikin hataya düşmesine engel olmak için, mürşid-i kâmilin İslam’ın zâhirî düsturlarını bilmesi lüzumludur. Hâl böyle iken, geçmiş devirlerde kurbiyet makamına kıdem basmış insan-ı kâmillerin birçoklarının dahi ümmi olduğunu görmekteyiz. Mesela Peygamber Efendimiz’in medhiyesini kazanmış Veysel Karanî, İmam Şafi Hazretlerinin mürşidi çoban Şeyban-ı Râi Hazretleri, Yunus Emre ümmi kâmillerdir. Zâhir ilmi bilmemelerine rağmen hâlleri, yaşayışları İslam’ın ta kendisi idi. O hâlde, esas olan zâhirî ilimleri bilmek değil,İslam’ı yaşamaktır. Bu yolculukta, teslimiyet, mahviyet, hizmet olursa vuslata ermemek için hiçbir sebep yoktur. Esasen bu mânevî mektebin gayesi budur.

 

Prof.Dr. Haydar BAŞ   Dua ve Zikir Kitabı sayfa : 605 /607

Yazıyı hazırlayan: Gökhan Demir